30 Ocak 2018 Salı

Osmanlı ve Adalet

Dünyaca ünlü bir adalet sistemine sahip olan ve 693 yıl -dağılma dönemi hariç diyebiliriz- bu sistemi en iyi şekilde uygulayan Osmanlı devletinden başkası olamaz. Osmanlının adalet terazisi çok hassastır ve oldukça güçlü temeller üzerine kurulmuştur. 693 yıl içinde devletin en üst kademsindeki kişi ile halk her zaman eşit haklara sahip olmuştur ve gerektiğinde eşit şartlarda yargılanmışlardır

Bu adalet sistemini anlatırken bu sistemin öğelerinden ve işleyişlerinden bahsetmek gerekir. Osmanlı devletinde hukuk, Şer’i hukuk (İslam hukuku=fıkıh) ve Örfi hukuk olmak üzere iki temele dayanmaktadır. 

Örfi hukukun kaynaklarını Türk gelenek ve göreneklerine göre oluşturulmuş kurallar ve şer’i hukuka aykırı olmayan padişah buyrukları oluşturuyordu. Örfi hukukun bir araya getirilmiş adına Kanunname deniyordu. 

Osmanlı devletinde bilinen ilk kanunname Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname-i Ali Osman’ıdır. Osmanlı devletinde batılı anlamda ilk yayınlanan ana yasa ise II. Abdülhamit döneminde ilan edilen “Temel Kanun” anlamına gelen Kânûn-i Esâsî’dir (1876)

Osmanlı devletinde hukuk ve adalet denince en yetkili kişi olarak kazaskerler gelir. Kazasker kelimesi  “kadı” ve “asker” kelimesinin birleşimden oluşmaktadır. Kazaskerlik ilmiye kıyafeti olup Osmanlı devlet yapısında idari bir görevdir. 

Kazasker’in görevleri; kadı, müderris ve din görevlisi atamalarını gerçekleştirir. Kadı kararlarına itiraz kazaskerliğe yapılırdı yani kazaskerlerin kadı kararlarını bozma ve yeni kararlar oluşturma gibi yetkilere sahiplerdi. Kazaskerler Divan-ı Hümayun’un tabiî azasıydı. Şeyhülislamlar divanda bulununcaya kadar divandaki şer’i meseleler, Kazaskerler tarafından idare edilirdi. Kazaskerlik 1480 yılına kadar Anadolu Kazaskeriliği olarak tek merkezdeydi bu yıldan sonra Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri olarak ikiye ayrıldı ve rütbe olarak Rumeli Kazaskeri, Anadolu Kazaskerinden üstündü. 

Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden sonra merkezi Diyarbakır olan üçüncü bir Kazaskerlik oluşturularak doğu eyaletlerinin kontrolü sağlanmak istenmiş fakat bu üçüncü Kazaskerlik sonradan kaldırılmıştır.

Yargı işlerinde Kazaskerden sonra Kadı gelir. Tüm İslam devletlerinde gördüğümüz bir makam olan Kadılık makamı da Osmanlı devletinin ilk yıllarından itibaren görülmektedir. Kadı yargı işlerine bakan görevliye verilen unvandır. 

Kadılar Kazasker veya Şeyhülislam tarafından Padişah’a arz edilir Padişah beratı ile atanırlardı. Kadılar hakkında detaylı bilgileri Osmanlı arşivlerinden öğrenebiliriz. 

Ayrıca Kadıların görevli oldukları yerlerde tuttukları Şer’iye sicillerinden de Kadılar hakkında kişisel şeyler öğrenmekle birlikte görevlendirildiği toplum ve Kadının görevleri hakkında bilgiler alabiliriz. Kadılar bulundukları bölgenin şer’i mahkemede davalara bakarlar (bu davalarda kadı her zaman tek başına karar vermez bulunduğu bölgenin ileri gelenlerinden tanınmışlarından oluşan heyetinde fikrini alır). 

Aynı zamanda diğer görevleri; bölgedeki vakıfları denetleme, belediye başkanlığı yapma, beylerbeyini denetleyerek bölgeye tam hâkim olmasını engellerler (bu Osmanlı devletinin merkeziyetçi bir yapısı olduğunu gösterir), anlaşmalara şahitlik ederek noter görevi üslenir, görevliler hakkında payitaht’a rapor yazarlar, merkezden gelen emirleri duyururlar. 

Ayrıca Kadının direkt padişahın kendisiyle yazışma yetkisi de bulunmaktadır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre Kadıların bulundukları bölgeye alışıp kayırma ve rüşvet işlerinin önün açılmasını önlemek için görev süreleri sınırlı tutulmuştur bu görev süresi İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından 20 ay olarak gösterilse de Mustafa Akdağ bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl olduğunu söylemektedir. 

Kadıların görev süresinin Kadıdan Kadıya farklılık gösterdiği söylenebilir. En doğru kararları vermek ve kimsenin hakkını kimsede bırakmamakla görevli olan kadılar şer’i hukuk ve örfi hukuk’un gereklerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bununla ilgili belki de en güzel örnek Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde bulunmaktadır.

Bu hikâye Seyahatname de şöyle geçer: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetheden padişah yalnızca şehrin imarı ile uğraşmadı. Şehrin ilk kadısı olarak Bursa Müderrisi Hızır Bey’i şehrin ilk Kadısı olarak atadı ve geçimlik olarak şimdiki Kadıköy’ü verdi (Kadıköy ismi de buradan gelmektedir)

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden on yıl sonra mimar Rum asıllı Atik Sinan’a kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olan bir cami yapmasını emreder. Mimar her ne kadar padişahın emrine “Emrin başım üstüne padişahım” diyerek başlasa da yaptığı cami Fatih’in istediği kadar heybetli olmaz.  

Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun…” emrine neden uyulmadığını sorar. 

Mimar; büyük bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler. 

Bunun üzerine sinirlenen padişah bu işi kasıtlı yaptığını düşündüğü için ve mermerleri ondan habersiz kestirdiği için  “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir… 

Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü yoktur. 

Daha sonrasında çevresi tarafından cesaretlendirilir ve Fatih Sultan Mehmet’i Hızır Bey’e şikâyet eder. 

Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. 

Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılacaktır. Bunu duyan mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve Kadıya yalvarmaya başlar bunu göz önünde bulunduran Kadı Hızır Bey cezayı para cezası olarak çevirir ve mimara yüklü miktarda para verilmesine karar verir. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim” der. Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim” der.
Buradan yola çıkarak Osmanlı adalet sisteminin ne kadar sistematik olduğunu görebilir ayrıca Osmanlı devletinde kişi ve makam gözetmeksizin herkesin mahkeme önünde eşit olduğu da gözlenmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın ifadesiyle; “Kılıcın yapamadığını adalet yapar.”

Kaynakça

Dr. Ahmed Akgündüz -Osmanlı Hukuk Sistemi
Hülya TAŞ -Osmanlı Kadı Mahkemesindeki “Şühûdü’l-Hâl” Nasıl Değerlendirilebilir?
İsmail Hakkı Uzunçarşılı-Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, s.86
Evliya Çelebi -Seyahatname
Ulaş Salih ÖZDEMİR  -Osmanlıda Kadıların Görevleri

Damat Rüstem Paşa

Rüstem Paşa, 1500 yılında bugünkü Hırvatistan’da doğmuş, Osmanlı ülkesine getirildikten sonra devşirilmiş ve devlet hizmetinde yer almıştır.

HÜRREM SULTAN'IN SADRAZAMI
Önce Diyarbakır Valisi olmuş, III. Vezir görevindeyken Şehzade Cihangir ve Bayezid’in sünnet düğünlerinde Mihrimah Sultan ile evlenmiştir. Damat Rüstem Paşa kısa zamanda Hürrem Sultan’ın en güvendiği kişi durumuna gelmiştir. 

Hatta sadrazamlık mertebesine yükselmesi de bu sayede olmuştur diyebiliriz. 

Zira Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine bu göreve II. Vezir Divane Hüsrev Paşa’nın getirilmesi bekleniyordu. Fakat ne var ki Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın da teşviki ve emriyle bu ikisini birbirine düşürmüş ve Sultan Süleyman bu kavganın üzerine III. Vezir görevinde bulunan Rüstem Paşa’yı sadrazamlığa terfi ettirmiştir.

ŞEHZADE MUSTAFA'NIN ÖLÜMÜ
Rüstem Paşa 1544 yılında getirildiği sadrazamlık görevine 1553 yılına kadar devam etmiştir. Sadrazamlık görevinden azledilmesinin sebebi ise Rüstem Paşa’nın, Hürrem Sultan’ın entrika ortağı olmasıdır. 

Öyle ki bu entrika Şehzade Mustafa’nın ölümüne sebep olmaya kadar varır. Zira Hürrem Sultan’ın öncülüğünde Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa’nın mührünü taklit ederek onun ağzından İran Şahı Tahmasb’a mektuplar yazmış ve mektubu öğrenerek kendisine ihanet ettiği, tahtında gözü olduğu iftirasına inanan Sultan Süleyman oğlunu katlettirmiştir. 

Ancak yeniçerilerin Şehzade Mustafa’yı çok sevmesi ve ayaklanma çıkarabileceği endişesiyle Sultan Süleyman, Rüstem Paşa’yı 1553′te azlederek yerine Kara Ahmet Paşa’yı getirdi. Hürrem Sultan ve Mihrimah Sultan'ın bu durumu kabullenmeyerek Rüstem Paşa’nın tekrar sadrazam olması için uğraşları sonunda Rüstem Paşa tekrar sadrazam oldu. 1561′e kadar da bu görevde kaldı.

EBVAB-I RÜŞVET FATİHİ
Rüstem Paşa, tarihçiler tarafından Osmanlı’ya rüşveti getiren kişi olarak anılır. Hatta rüşvet alma işini o kadar abartmıştır ki bu işi aleni bir şekilde yapmaktan ve belli bir tarifeye bağlamaktan çekinmemiştir. Bu nedenle Osmanlı kaynaklarında Rüstem Paşa’nın bir diğer sıfatı ‘Ebvab-ı Rüşvet Fatihi’  yani rüşvet kapısını fetheden kişi.

KEHLE-İ İKBAL

Rüstem Paşa için kullanılan bir diğer sıfat ise Kehle-i İkbal’dir. (Yani bitiyle bahtı açılan kişi!) 


Bunun da hikayesi şöyledir; Rüstem Paşa’nın Mihrimah Sultan ile evleneceğini duyan Rüstem Paşa karşıtları onun cüzzamlı olduğuna dair dedikodu çıkarır. Sultan Süleyman bunu duyar ve doğruluğunun araştırılmasını ister. Yapılan muayenede Rüstem Paşa’nın bitli olduğu anlaşılır ve padişaha dedikoduların asılsız olduğu söylenir. Zira cüzzamlı kişinin üzerinde bit barınamazmış.

EN ZENGİN İKİNCİ KİŞİ

Osmanlı devlet yönetimindeki b
ozulmanın en büyük sebeplerinden biri rüşvettir. Rüşveti Osmanlıya getiren ve yaygınlaştıran Rüstem Paşa’nın mal varlığı ise dillere destandır ve padişahtan sonraki en zengin kişi olduğu söylenir. 

Âfetler: Yangınlar, Salgın Hastalıklar, Depremler, Kıtlıklar

İstanbul ’da çıkan yangınları Yeniçeriler söndürürdü. Bunun dışında özel bir itfaiye ekibi yoktu. Padişahın paralı askerleri olan Yeniçeriler yangın söndürmeyi savaşa gitmek gibi onurlu bir görev sayarlardı. Yangın çıktığında, atla ya da yaya olarak koştururlardı.

Gerlach’a göre Yeniçeriler yalnızca yangınlarda değil, başka olaylarda da çevreyi yağmalıyorlardı. II. Selim, 22 Aralık 1574’te ölüp yerine III. Murad tahta geçtiğinde, tüm Yahudiler ve diğer zenginler değerli eşyalarını gizlediler. Çünkü ne zaman bir sultan ölse Sipahiler ve Yeniçeriler evleri yağmalıyorlardı.

Gerlach kentte, bir fırının, birçok dükkânın ve bir kilisenin yandığı, 1 Şubat 1576 tarihli bir yangından söz ediyor.

8 Aralık 1554’te güneşin doğmasına üç saat kala İstanbul ’da büyük bir yangın çıktı. Yangın, yağ eritmeye çalışan bir adamın bulunduğu bir dükkândan başladı. Ayasofya’nın karşısında bin küçük ahşap dükkânla bir vakfa ait bir sürü küçük kulübe tümüyle yandı. 

Bunların kirası günde 13.000 akçeydi. Tahtakele’ye sıçrayan yangında burada da yabancılara ait birçok lokanta ve kumarhâne yandı. Çevredeki tutukevinde dolandırıcılık, hırsızlık, adam öldürme vb. suçlarından tutuklu yüzlerce suçlu, Yeniçerilerin son anda kapıları kırarak içeri dalması sonucu yanmaktan kurtarıldılar. Yeniçeriler kadın tutukluları kaçırıp alıkoydular.

Büyük miktarda hayvan ve bitki yağı, fasulye, bezelye, pirinç, kına, Mısır ve Kırım’dan gelen birçok mal bu yangında kül oldu. Yangın genişleyip alevler kenti sardıkça bunlara sadece yeniçeriler yaklaşabiliyor, evlerden içeri atlayıp kurtarabildikleri her şeyi dışarıya taşıyorlardı. Yangını söndürmek için su bulunmasına karşın, merdiven yokluğundan Yeniçerilerin çalışması yetersiz kalıyordu. 

Evleri yıkacak kancalar da yeteri kadar büyük değildi. Güçlü rüzgâr nedeniyle alevler çevredeki dar sokakları sardıkça Yeniçeriler ahşap ve kerpiç evleri yıkıyorlardı. Yeniçeriler bir yandan yangını söndürmeye çalışırken bir yandan da evlerde buldukları değerli eşyayı yağmalıyorlardı. 

Bu korkunç yangından sonra Sadrazam İbrahim Paşa, geceleri ateş ve lamba yakılmasını yasakladı. Saat 8’de akşam ezanından sonra tüm ateşlerin söndürülmesi emredildi. 

Oysa, 9 Eylül 1555’te kentte baş gösteren ekmek sıkıntısı üzerine günde iki kez ekmek çıkarmak zorunda olan fırıncılar, dayakla cezalandırılmaları pahasına geceleri gizli gizli fırınlarını yakmaya başladılar.

Yeniçeriler yangın söndürdükleri gibi, bazen de yangın çıkarırlardı. Yangınlar bazen de çeşitli nedenlerle, genellikle bir yeri yağmalamak amacıyla başka kişilerce de çıkarılırdı. 

Dernschwam’ın İstanbul gezisi sırasında insanlar yangından öylesine korkar duruma gelmişlerdi ki; mallarını dükkânlarında bırakmayıp başka yerlere taşımaya başladılar. 1554’teki yangını, 18 Ocak 1555’te büyük Galata yangınıyla, Fransız manastırının Yeniçerilerin yağmalamasından son anda kurtulduğu, 20 Ocak’taki yangın izler.

25 Haziran 1586 tarihli Fugger raporunda kentte çok önemli bir salgın hastalığın baş gösterdiği, bu hastalıktan ölenlerin sayısının iki yıl önceki salgında ölenlerin sayısından çok daha fazla olduğu yazılı. Yalnızca, İbrahim Paşa’nın sarayında ölü sayısı 100’ü geçtiğinden, salgın hastalık yüzünden kentten ayrılmaya çabalayan birçok kişi gibi Sultan’ın da sekiz-on gün içinde çocukları ve ailesiyle birlikte kentte ayrılarak Karadeniz’de kendisi için hazırlanan konağa gideceğinden söz edilir.

Wratislaw’ın İstanbul ’da bulunduğu sırada çok tehlikeli bir salgın oldu ve binlerce insan öldü. Her gün elçilik binasının önünden sayısız cesedin taşınıp mezarlığa gömüldüğünü gördüler. Elçinin evinde altı Hıristiyan bu salgın hastalıktan öldü. Elçiye bunları Galata’da, altı manastıra sahip Fransisken keşişlerince gömdürmesine izin verildi. Kentteki koku ve korku elçiliktekilerin çoğunun hastalanmasına yol açtı. Wratislaw’ın ateşi öylesine yüksekti ve öylesine ağır bir ishal geçiriyordu ki iyileşmesinden ümit kesilmişti.

Heberer’in İstanbul ’da kaldığı süre içinde kentte ve Galata ’da bir salgın oldu. Heberer’e göre bunun nedeni pis sokaklardı. Heberer birçok kez sokaklarda ölü at, köpek ve sıçanlara rastlamıştı. Heberer bir gemide esirken askerlerden birinin salgından öldüğünü anımsıyor. Gemi subayı hasta adamı temiz hava alması için güverteye çıkardığı için kaptan onu 200 sopa cezasına çarptırmış. Ancak Tanrı, acımasız kaptanı, bir ay içinde 40 adamını salgında yitirmekle cezalandırmış. Ölenlerden biri Heberer’in dostuymuş. Kaptanın da yazıcısı olduğu için kaptan onun Galata ’da bir kilisenin bahçesine gömülmesine izin vermiş.

Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada’ya gitti. Burası İstanbul ’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq’i kentten ve Pera’dan arkadaşları ile Ali Paşa’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. 

Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000’den 500’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkışmadılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alın yazısı olduğuna inanıyorlardı. 

Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu [BUSBECQ 188-189].

Türkler salgın hastalıkların önemini anlamış değillerdi. Her insanın alnına yazılmış olduğundan, bir insanın ölüm nedenini araştırmak anlamsızdı. Schweigger zavallı bir dilenciyi evinin yakınında yerde ölü yatarken gördüğünü yazıyor. Öteki dilenciler adamı tamamen çıplak kalıncaya kadar soymuşlar. Sonunda iki dilenci adama acımış da cesedi sokak ortasından alıp götürmüşler [SCHWEIGGER 201].

Kullanılmış malların satıldığı çarşıyı anlatırken, Bassano buraların salgınların yuvası olduğunu yazıyor. Çünkü ölülerin (bunlara vebadan ölmüş olanlar da dahil) giysileri buralarda satılıyordu [BASSANO 91].

1596’da İstanbul ’da, Leonardo Dona, her yıl en az bir kez bir salgın çıktığını yazıyor. Bunun nedeni hava koşulları değil, kent halkının, özellikle Yahudilerin alışkanlıklarıydı [SENECA, 303].

İstanbul deprem bölgesindeydi. Bir gece, Busbecq tüm binanın müthiş bir biçimde sallanmasıyla, gece yarısı uyanır. Yer sarsıntıları birkaç gün sürer. En kalın duvarlarda bile büyük çatlaklar görülür [BUSBECQ 37]. 

10 Eylül 1509’da İstanbul, tarihinin en şiddetli depremini yaşadı. Depreme tanık olmayan yazarlar bu depremin yol açtığı hasar ve kayıpları değişik sayılarla göstermişlerdir. Ancak felâket sırasında kentte olan İtalyan Nikolo Zusignan’ın 15 ve 25 Eylül 1509 tarihlerinde yolladığı raporlara göre İstanbul ve Pera ’da 1.500 ev hasar görmüş, 4.000 kişi ölmüş, 10.000 kişi yaralanmış. Kentin kara ve deniz surlarının büyük bir kesimi, ayrıca saray ve câmiler de yıkılmış. 

Gerek Pera, gerek İstanbul ’da hasar görmeyen bina çok azmış. Venediklilere hiçbir şey olmamış ama Floransalılar'ın evi tamamıyla çökmüş ve üç kişi ölmüş. Sultan 5.000 marangoz ile duvarcıyı ve 80.000 işçiyi tamir ve yeniden yapım işlerinde görevlendirmiş [SANUTO IX, 3261].

Giovanni Moro’nun İstanbul ’da kaldığı 32 ay boyunca ciddi boyutlarda 3 ya da 4 kıtlık baş göstermiş ve özellikle ekmek fiyatları çok artmış [RELAZIONI 43].

Osmanlıda Adalet ve Cezalar

Pedro, Osmanlı adaletinden, kendi ülkesiyle kıyaslayarak, övgüyle söz eder, bazı örnekler verir. Çevre temizliği ve düzenine çok önem veren Sadrazam Sinan Paşa, kimliğini gizleyecek biçimde giysilerini değiştirerek sık sık halkın arasında gezinir, evlerinin önünü, sokaklarını temiz tutmayanları, ister ev kadını olsun, ister köle olsun dayakla cezalandırır. 

Paşa bu gezmelerinden birisinde üstü başı kirli, yırtık bir adam görür, adamı saraya getirtir. Adama evine, çoluk çocuğuna bakıp bakmadığını sorar, sonra da karısını getirtir, ona da aynı soruyu sorar. Kadın adamın evine çok güzel baktığını, hiçbir şeyi eksik etmediğini söyleyince bu kez de onu falakaya yatırır. Çoluğuna çocuğuna gül gibi bakan bu adamı ortalıkta kirli giysilerle dolaştıran kadına yüz sopa atarlar. 

Pedro, Osmanlı hukuk uygulamalarını kendi ülkesindeki uygulamalarla kıyaslayarak övgüyle söz eder. Osmanlılarda hukuksal kararların hiç uzatılmadan, çoğu kez bir tek celsede alındığını, kendi ülkesindeki gibi yüksek paralar karşılığında uzatılmadığını anlatır.

Genç bir adam, Rüstem Paşa ’ya, iki adamı yargıç önünde kendisi aleyhine yalancı şahitlik yaptıkları iddiasıyla şikâyet etti. Konu kendisine miras yoluyla kalan malla ilgiliydi. Paşa adamların gerçekten yalan söylediklerini anladığında ikisinin de eşeklere ters bindirilip başlarına hayvan bağırsakları bağlanarak tüm kent boyunca dolaştırılmalarını buyurdu. 

Daha sonra ayaklarından zincirlenip kadırgalara yollandılar. Genç adam ise zengin olmuştu. Dernschwam, diğer yalancı tanıkların da aynı biçimde cezalandırıldıklarına tanık olmuş. Kiminin sakallarına kına yakıldığı da oluyormuş.

Hafif suçlar, falakaya yıkılarak ya da sırta veya karına değnekle vurularak dayakla cezalandırılırdı. Hırsızlığın cezasıysa asılarak ölümdü. Dinine ihanet eden bir Müslüman’la Müslümanlık aleyhine konuşan bir Hıristiyan’ ın cezası yakılarak öldürülmekti. Hainler çeşitli işkencelerle cezalandırılır, devlet adamlarıysa boğularak öldürülürdü.

Bunların yanı sıra, kazığa geçirilmek gibi başka dehşet verici cezalar da vardı. Bu durumda, iki buçuk metre boyunda bir ucu sivriltilmiş kazık, geçirileceği yere kadar suçlunun sırtında kendisine taşıttırılır, burada sivri yerinden adamın içinden geçirilerek yere çakılır, adam bu biçimde ölmeden önce bazen kazığa çakılı kalarak, bazen de günlerce acı çekerdi. 

Bir başka ölüm cezası da, suçluyu belinden bir halat veya zincire bağlayarak, yüksek bir yerden demirden bir kancanın üzerine doğru rasgele atmaktı. Adamın şansı varsa, yüksekten fırlatılınca kancaya takılmadan düşüp bir an önce ölür; yoksa, kancaya takılarak orada günlerce ölümü beklerdi. Bu durumda, yiyecek ve su vermek, yardım etmek, kurtarmak da aynı biçimde cezalandırılacağı için kimse bunlara yanaşmaya cesaret edemezdi. 

Adam öldürenler bu şiddetli cezalarla cezalandırıldığı gibi, bazı vâliler de bu çeşit cezalara çarptırılabilirdi. Başka bir ölüm cezası da derisi yüzülerek öldürülmekti. Magosa (Famagusta) kentinin Venedikli vâlisi Bragadino, kenti, kendisine ve askerlerine dokunulmayacağına dair söz verilmesine karşın, teslim ettiğinde bu biçimde cezalandırılmıştı.

Viyana I ’de kazığa ve kancaya geçirmenin resimleri de vardı, ancak bunları çok zalimce bularak buraya almadık.

Zina için verilen cezaysa kadına ve erkeğe ayrı biçimde uygulanır: Erkek birkaç ay hapis yattıktan sonra para cezası ödeyerek çıkar, kadın ise, başına bir öküzün iç organları dolandıktan sonra at sırtında sokak sokak dolaştırılarak, çevredekiler tarafından taşlanır, kırbaçlanırdı. 

Müslüman kadın, Hıristiyan erkekle zina yaparsa, her ikisinin de cezası ölümdü. Bu durumda, erkeği ancak Müslümanlığı kabul etmek kurtarabilirdi. Ama yine de bu çeşit bir suç olağandışı sayılmazdı.

Oysa, Müslüman bir erkek Hıristiyan kadınla yakalanırsa ona ölüm cezası verilmezdi. Bu durumda, başına bir öküzün iç organları dolanarak bir eşeğe ters bindirilip sokaklarda dolaştırılırdı. Hıristiyan bir erkekle Hıristiyan bir kadın uygunsuz durumda yakalanırsa bunun cezası yalnızca para cezasıydı. 

Adları kadıda ya da Sobassa ’da (Subaşı) kayıtlı bulunan hayat kadınlarıysa, dinsel bayramlar dışında Yeniçerilere ve isteyen erkeklere hizmet ederlerdi. Moryson, bayramlara rastlayan günlerde cinsel temasta bulundukları için, pek çok hayat kadınının diri diri çuvallara kapatılıp çuvalın ağzı dikildikten sonra Boğaz ’ın sularına atılarak boğulduğunu yazar.

Pedro, Osmanlı mahkemelerinde verilen cezalardan da söz eder. Örneğin, yalancı tanıklık yapanlar, yüzleri çeşitli renklerle boyandıktan sonra eşeğe ters bindirilir, eşeğin kuyruğunu tutarak sokaklarda gezdirilir. Sokaktakiler yumurta, portakal kabuğu vb. atarak onunla eğlenir, aşağılarlar. 

Yalancı tanık bundan sonra cezaevine konur, burada bedeninde yaşam boyu kalacak dövmeler yapılır, böylece bir kez daha tanıklık yapamaz. Borcunu ödemeyenler ise borçlarını ödeyinceye kadar boyunlarına demirden halka takılarak cezalandırılırdı. 

Hile yapan, sattıkları malı bilerek eksik tartan satıcılar önce falakaya yatırılarak dövülür, sonra da başına tilki kuyruğu geçirilerek sokaklarda gezdirilirdi.
Tüm Türkler cezalara olağanüstü bir cesaretle katlanıyorlardı. Kimi kez baldır, kalça ve ayaklara sopa vurulurken kalın sopaların kırıldığı bile olurdu. 

Bu dayak işlemi sonucunda dövülenin etleri öylesine ezilirdi ki tedaviye başlamadan önce kesilmesi gerekirdi. Daha sonra dayak yiyen, kendisini dövdüren görevlinin elini öperek teşekkür ederdi ve sopa sayısı kadar belirlenmiş bir para öderdi. Türklerin inanışına göre bedenin dövülen bu kısımları öteki dünyada acı çekmeyecekti.

Dernschwam falakaya tanık olmuş: Dayak yiyecek olanın ayakları uzun bir tahtaya ayrı ayrı bağlanırdı. Sonra bu tahta yukarı kaldırılırdı. Daha sonra iki adam sopanın iki ucuna geçer, adamın ayaklarına kimi kez yüz, kimi kez üç yüz sopa vururlardı. Bu çok ağır bir cezaydı. Böylesine dayak yiyenler tüm yaşamları boyunca sakat kalabilirlerdi. Türkler için dayak yemek, ekmek yemek kadar doğaldı. Bu nedenle Türkler herhangi bir otoriteye karşı söz dinlerler ve cezalandırılmaktan korkarlardı.

13 Mart 1554 ’te Sinan Paşa bir Macar ya da Hırvat ’ın çarmıha gerilmesini emretmişti. Adam ellerinden çivilendi, ayakları da bir tahtaya bağlandı. Olay Galata ’da oldu. Adam orada tüm gün asılı kaldı. 24 Şubat ’ta, bu esir diğerleriyle, kayıkla Sultan’ın yaptırdığı câmiye taş taşıyordu. Denizde esirler Türk gardiyanları öldürüp kaçmayı denediler, ancak daha sonra yakalandılar.

Aynı Sinan Paşa zorla sünnet ettirilip Müslüman yapılan bir Rum esiri yakılmaya mahkûm etmiş. Suçu, Müslümanlığı kabul etmesine karşın vaftiz edildiği Hıristiyan dinini savunmasıydı. Cezanın infaz edileceği gün Paşa, Rum esire 200 florin vermeyi önerdi. Karşılığında esir İslâm dinini kendi rızasıyla kabul edecekti, ama esir Hıristiyan kalmakta direndi.

Satıcılar yanlış tartı kullandıklarında başlarında suçlarını belirten bir yazı ile kent içinde dolaştırılırlardı. Boyunlarında da küçük zillerden oluşan ağır bir halka asılı olurdu. Ayrıca ceza verilen suçunu da bağırarak itiraf ederdi.

Sanderson, cezalar üzerine şöyle yazıyor: Yalan yere yemin edenler başlarında ve üstlerinde öküz bağırsakları olduğu halde, eşeğe ters bindirilirler ve bu halde kent sokaklarında dolaştırılırlardı. Ancak oruç ayı Ramazan ’da içkili bulunanlara verilen ceza daha büyüktü. Bir kepçe kurşun eritilir, suçlunun boğazından aşağıya dökülürdü. 

Sultan’ın evinde (Saray’da) Bostancıbaşı ‘nın önemli bir yeri vardı. Emrinde binlerce Acemioğlan olurdu. Birçok görevinin (ki cellatlık bunlara dahildi), yanı sıra Sultan’ın saltanat kayığından da sorumluydu. Sultan gezerken dümeni o kullanırdı.

Hırsızlık suçundan yakalananlar göbeğine, arkasına, tabanlarına üç yüz sopaya varan cezayla cezalandırılıyorlardı. Cezalandırılan zengin biri Yahudi, Rum ya da Türkse her bir sopa için de 1 akçe ödemek zorundaydı.

Gerlach ’ın yazdığına göre 1575 Mart ayında tüm Türklerin şarap içmeleri yasaklandı. Kadı, içerken yakalananları 60-70 sopaya mahkûm ediyordu. Şarap satan da cezalandırılıyordu. Ramazan sırasında içki içmek kesinlikle yasaktı. Ocak 1576 ’da, Ramazan ’dan sonra, Ulefeger Ağa adında bir genç Yedikule ’ye hapsedilmişti. İçki içip sarhoş olduktan sonra bir Yeniçeri’yi yaralamıştı.

Gerlach ’a göre verilen cezalar çok ağırdı. Hırsızlık yapan ya da cinayet işleyenin dövülmenin yanı sıra tırnaklarına, büyük madeni çiviler sokuluyordu. Bir başka ceza da suçlunun bedeninin muslin bir kumaşla sıkıca sarılması, sonra üzerine su dökülüp kan akıncaya kadar kumaşın sıkılmasıydı.

Gerlach ’ın tarif ettiği cezaların kimine inanmak çok zordu. Örneğin, bir kadın ceza olarak çıplak vaziyette bir çuvala konmuş, çuvalın içine aç bir fare atılmış ve çuvalın ağzı sıkıca kapatılmış ve aç fare de kadını yiyip bitirmişti.

22 Ocak 2018 Pazartesi

Hayme Ana (Haymana)

Ertuğrul Gazi’nin mensup olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun çekirdeği olan Karakeçili Aşireti 13.yy’ın başlarında Horasan’ın Mahami şehrinden ayrılıp ; Erzincan-Ahlat ve Van yörelerine yerleşirler (1224). 

Bu sırada aşiretin başında Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp ( Süleyman Şah) bulunmaktadır. Moğol saldırısından rahatsız olan aşiret , buradan güneye doğru ilerleyerek bugünkü Suriye topraklarına varırlar. Gündüz Alp ,Fırat Nehri’ni geçerken atının tökezlemesi sonucu düşer ve boğulur. 

Gündüz Alp’in oğullarından ikisi Sungur Tekin ve Gündoğdu bu olayı uğursuzluk sayarak geri dönerler. Diğer kardeşlerden Ertuğrul henüz 12 yaşında , Dündar ise daha küçüktür. Aşiretin ileri gelenleri törelere uyarak Gündüz Alp’in eşi HAYME ANA’yı aşiretin başına geçirirler. 

Aşireti kocası ile beraber idare ettiği için engin bilgi ve tecrübeye sahiptir. 400 çadırlık aşireti ile Anadolu’ya geçer.

Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat , aşireti Ankara civarında Karacadağ eteklerine yerleştirir. Hayme Ana , aşireti ile uzun zaman orada kalır. Yöreye kendi adı (bugünkü HAYMANA) verilir. 

Oğlu Ertuğrul’u büyütür ve yetiştirir. Aşiret reisliğini ona devreder. Genç aşiret reisi Ertuğrul , Selçuklular safında savaşlara katılır ve büyük kahramanlıklar gösterir. Ertuğrul’a Beylik ünvanı verilir ve Uç Beyi olarak batıya gönderilir. 

Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayı Aşireti Söğüt’ü kışlık, Domaniç Yaylası’nı yazlık olarak kullanmaya başlar. Hayme Ana torunlarının yetişmesi için çalışmaktadır. Özellikle Osman Gazi’nin bakımı , yetiştirilmesi Hayme Ana’ya kalmıştır. Yayladaki çamlarda beşik kurarak Osman’ı sallar ona ninniler söyler.

Yöredeki Beşik Çamı diye anılan çam , Domaniç İlçesi’ne bağlı Domur Köyü’ndedir. Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu ile kaderini birleştirmişçesine yerde cansız yatmaktadır.

Hayme Ana bir yayla dönüşü Çarşamba Köyü’nde vefat eder.  

Osmanoğulları

Osmanoğulları, II. Dönem Anadolu Beyliklerinden birisidir.

Osmanoğulları Oğuzların Kayı Boyu’na mensuptur. Osman Bey tarafından Söğüt ve Domaniç çevresinde kurulan Osmanoğulları Beyliği kısa bir sürede hızla büyüyerek dünyanın en güçlü devletlerinden biri haline gelmiştir.

Hükümran

Hükümran, hüküm süren, bir ülke üzerinde hüküm hakkı olan, egemen.

"Hal böyle iken Yüce Allah'ın gizli ve açık her şeyi bildiğini ve her şeye hükümran olduğunu bilenler neden akıllarını başlarına almazlar?"

Hükümranlık: Hükümran olma durumu, egemenlik, hakimiyet eş anlamı.

"Her şeyin hükümranlığı elinde bulunan Allah ne yücedir".

I. Bayezid - Yıldırım Bayezid (1389 - 1402)


SULTAN YILDIRIM BAYEZİD: 1389 – 1403
Babası: Murad Hüdavendigar
Annesi: Gülçiçek Hatun
Doğumu: 1360
Ölümü: 8 Mart 1403
Saltanatı: 1389 – 1403


Yıldırım Bayezid 1360 yılında Edirne'de doğdu. Babası Murad Hüdavendigâr, annesi Gülçiçek Hatundur. Yıldırım Bayezid yuvarlak yüzlü, beyaz tenli, koç burunlu, elâ gözlü, kumral saçlı, sık sakallı ve geniş omuzluydu. Girdiği savaşlarda gösterdiği cesaretten ve hızlı hareket etmesinden dolayı ona 'Yıldırım' lakabı takılmıştı.

Çocukluğunu Bursa Sarayı'nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük âlimlerinden dersler aldı. Gençliğinde Kütahya sancağında valilik yaptı. Sultan Murad Hüdavendigâr'in vasiyeti gereği 1389 yılında padişahlığa getirildi. Tahta çıktığında 29 yaşındaydı.

Sirbistan'ın başında, Kosova savaşında ölen Kral Lazar'ın oğlu Stefan Lazareviç vardı. Barış antlaşması için geldiği Edirne'de Kız kardeşi Maria'yi Bayezid'e verdi. Bu evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kuruldu. Yıldırım Bayezid Timur'la yaptığı Ankara Savaş'ında yenildi ve esir düştü. 13 yıl süren saltanatı sonunda esaretinin başlamasından 7 ay 12 gün sonra vefat etti.

Yıldırım Bayezid şiirlerinde "Yıldırım" mahlasını kullanırdı:
“Ehl-i hicran fitne-i agyar
Ortada bir bahanedir sandim.”


Yıldırım Bayezid'in Tahta Çıkışı

26 Yaşında Aksancak altında H. 791/M. 1389 senesinde babasını ve kardeşini kaybetmiş bir insanın elîm duyguları içinde tahta çıkan Yıldırım Bayezid, çok cesurdu. Cesur oi-duğu kadar da kuvvetliydi. Kuvvetli olduğu kadar ve Yıldırım lakabına hak kazanacak surette de sür'atle hareket ederdi. Elâ gözlü, Kumral sakallı, beyaz ve yuvarlak yüzlü, heybetli ve öfkeli, merhametli ve adaletli bir padişahtı.

Yıldırım Bayezid 'in Çocukları:
8 adet çocuğu olmuştur ve bunlardan 7 tanesi erkektir. 1 tanesi ise kızdır, isimleri ise aşağıdaki gibidir.


Erkek çocukları: 
Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi
Kız çocukları: 

Fatma Sultan 

I. Murad (1359 - 1389)


SULTAN MURAD HÜDAVENDİGAR: 1359 – 1389

Babası : Orhan Gazi
Annesi : Nilüfer Hatun
Doğumu: 1326
Ölümü : 1389
Saltanatı: 1359 - 1389
Devlet Sınırları: 500.000 km2


Sultan Birinci Murad, 1326'da, Bursa'da doğdu. Babası Orhan Gazi, annesi Bizans tekfurlarından Yar Hisar Tekfuru'nun kızı olan Nilüfer Hatun'dur (Holofira). Sultan Birinci Murad, uzun boylu, degirmi yüzlü ve iri burunluydu. Kalın ve adaleli bir vücuda sahipti.

Başına mevlevî sikkesi üzerine destar sarılı bir başlık giyerdi. Çok sade giyinir ve kırmızı zeminli beyaz elbiseden hoşlanırdı. İlk eğitimini, annesi Nilüfer Hatun'dan aldı. Daha sonra tahsilini tamamlamak için Bursa'ya gitti. Buradaki Medreselerde ilim ve sanat adamları ile beraber çalıştı.

Sultan Birinci Murad, gayet nazik, sevimli ve çok halim selim bir insandi. Âlim ve sanatkârlara hürmet gösterir, fakirlere ve kimsesizlere sefkatli davranirdi. Dahî bir asker ve devlet adamiydi. "Dervis Gazilerin, Seyhlerinin, Krali Murad Gazi" diye anilan Sultan Birinci Murad, bütün hayati boyunca plânli ve programli hareket etti.

Sultan Birinci Murad, Bizans Kilisesi'ne göre bir kâfir ve İsa düşmanı olarak görülse de, fethettiği yerlerde yaşayan Hristiyan halka iyi davrandığı için onların sevgisini kazanmıştı. 1382 yılından itibaren "Murad Hüdavendigâr" diye anılan Sultan Birinci Murad, Birinci Kosova Savaşı'ndan sonra savaş alanını gezerken, Sırp Asilzâdesi Milos Obraviç (Sırp Kralı Lazar'ın damadı) tarafından hançerlenerek şehit oldu (1389).

Murad Hüdavendigar'ın Tahta Çıkışı

H. 761/M. 1359 senesinde tahta cülus eden Sultan Hüdavendigâr Murad, babası Sultan Orhan Hazretlerinin şefkatinin ağır basması sebebiyle hayatta kalabilmiştir. Fakat şefkatin ağır basmasındaki hikmet, Cenab-ı Hakk'ın Âl-i Osman Ha­nedanına ve İslâm milletine ilâhî bir lütfudur.

Gazi Süleyman Paşa, vefatına kadar geçen zamanda tam bir veliahd, tahtın varisi bir kumandan ve devlet adamı gibi yetişmişti. Bütün bu görevlere babasından sonra liyakat gös­tereceğini ispat etmişti. O'nun bu muvaffakiyetlerini gözö-nünde alan bir sultan, böyle bir velîahde sahib olduktan son­ra, ona mesele çıkarabilecek ikinci bir şehzadeyi yaşatmaz-di. 

Çünkü Nizam-ı Âlem, yani bütün müslümanîarın selameti İçin, bir baba oğlunu feda edebilir, bir ağabey küçük kardeş­lerin aynı niyyet ve samimiyet için, bağırlarına taş basıp on­ları celladın ilmiğine gönderebilirdi. İleride görülebileceği gi­bi, bunu yapmayan sultanlar, kendileriyle beraber müslü­manîarın da ızdırab çekmesine sebeb olmuşlardır. 

Halbuki sultan odur ki, Hz. Ömer gibi bütün meseleleri kendinin say­sın, onları halletmek için nefsini ve vücudunu seferber etsin. Kocakarının un torbasını sırtına vuran Halife Ömer, yağ kabı­nı da elinde taşımak isterdi. Kendisine yardım etmek isteyen arkasına; «yüküme ortak olma, Ömer çeksin bu yükü» der gibi...
Sultanlar, ızdırab ve çileye garkolsunlar, fakat ahaliyi sürür içinde, din-i mübinde tutmayı bilmelidirler. Bunu yapabilen ve yapmaya çalışanlar kazandı, yapamıyanlarsa heyhat!..

Gazi Süleyman Paşa'nın mübarek ruhu cennet bahçelerine uçtuğu an; Sultan Orhan cennet-mekân küçük şehzadeki Murad-ı Hüdavendigâr'ı öldür diyen tedbirli vezirlerini dinle­mediği için ne kadar sevinmişti... Herşeyin sahibi olan Al­lah'a şükürler etti. Bazı kerametlerini ileride hayat safhası içinde göreceğimiz Sultan Murat-ı Hüdavendigâr'a Cenab-ı Hakk, bir insanın dünya imtihanında muvaffak olduğunun bütün alametlerini vermişti.

Osmanlı Devletinin üçüncü padişahı olarak tahta çıkan Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, Rumeli fetihlerine kaldığı yer­den devam etmek için, o taraflara yürüdü ise de, Sultan Or­han'ın vefatını fırsat bilen anadolu'dakİ Türkmen Beyleri, aralarında birleşerek hatta hristiyan tekfurlarla haberleşerek, Osmanlı Ülkesi üzerine yürümeye karar vermişlerdi.

Osmanlı Devleti istihbaratının en Önemli bölümünü derviş­ler teşkil ediyordu. Tasavvuf ehline gösterilen büyük saygı, dervişlerin daima Osmanlıdan yana olmalarını temin etmiş­tir. Şunu da unutmamalı ki, bu saygı kuru bir gösteriş değil, gönül fatihlerine girecek kapı bırakan bir kalp sahibi olmak­tan geliyordu... İşte bu dervişlerin kendilerine mahsus haber­leşme sistemleri neticesinde Anadolu'daki bu hazırlık, Sultan Murad'a ulaştı.

Sultan Murad, alimlerini ve kumandanlarını toplayarak bir istişare meclisi kurdu. Toplantının sonunda ulemadan fetva istedi. Çünkü karar; sefere çıkmaktı.. Ulema da fetvasını şöyle verdi:
«Allah (c.c) uğrunda gazaketmekte olan rnüslümana, din düşmanlarıyla birleşerek İslâm şehirlerine hücum eden eşkı­ya ve münafıkların üzerine yürümek; din-i İslâm'ın emridir.»

Sultan Murad, bu fetvayı aldıktan sonra, 20.000 askerle Ankara'ya yürüdü. «Kal'a-tül selasi!» denilen Ankara Kalesini kuşattı. Muhasaraya dayanamıyan ahiler, karşı koymaktan kalınca, teslim oldular. Tarih H. 762/M. 1360 yılını gösteriyordu. Bu kalenin alınışı bütün Türkmenleri şaşırttığı gibi, Karamanoğluna ve ona uyanlara da bir ders oldu.

Osman Gazi'nin Çocukları:
6 adet çocuğu olmuştur ve bunlardan 4 tanesi erkek, 2 tanesi kızdır. Çocukların isimleri aşağıdaki gibidir.


Erkek çocukları: 
Yakub Çelebi, Yıldırım Bayezid, Savcı Bey ve İbrahim
Kız çocukları: 
Nefise ve Sultan Hatun 

Orhan Gazi (1326 - 1359)


Babası: Osman Gazi

Annesi: Maüıûn Hatun.
Doğum Tarihi: 1281
Vefet Tarihi: 1360
Saltanat Müd.: 1326-1360
Türbesi: Bursa' dadır.

Cennetmekân Sultan Osman Gazi Hazretlerinin vefatı üzerine, H. 726 (M. 1326) yılı Razamanınin 12'sinde Osmanlı Tahtına oturan Orhan Bey, uzun boylu, güleryüzlü, kırmızıya yakın beyazlıktaki yüzü, geniş omuzlu, cesur, mert, çalışkan ve âdil bir sultandı.

Tahta çıktığı zaman 46 yaşındaydı. Bu devreye kadar birçok muhaberelere komutan olarak katılmış, gazi unvanını alacak kadar savaş meydanlarında kılıç sallamış bir askerdi. Birçok anlaşmalar yapmış mükemmel bir diplomattı. Bunun da ötesinde babasının kurduğu devletin, bir cihan devleti olacağına inanmış bir oğuldu... 

Kendisine düşen; devraldığı bu büyük vazifeyi, daha ileri noktalara ulaştırmak, aşiretten devlete geçen Osmanlının, devlet müesseselerini derhal kur­ması gerektiğinin şuurundaydı...

Osman Gazi (1299 - 1326)

Babası: Ertuğrul Gazi
Annesi: Halime Hatun
Doğum Tarihi: 1258
Vefat Tarihi: 1326
Saltanat Müd.: 1281-1326
Türbesi: Bursa'dadır.

Osman Gazi, Ertuğrul Bey'in üç oğlundan birisidir. Osman Bey diğer kardeşlerinden büyük değildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Zira bu hususta çok büyük kaabiliyet sahibi idi. Babası vefat ettikten sonra diğer bütün beyler, ittifakla Osman Bey'i aşiretin reisi olarak tanıdılar. 

Osman Bey, beyliğin bayna geçtiği zaman, 23 yaşında idi. Uzun boylu, geniş göğüslü, kaIın ve çatık kaşlı, elâ gözlü ve koç burunlu idi. İki omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşagı kısmına nisbetle daha uzundu. Çehresi yuvarlak ve teni buğday renginde idi. 

Büyük şeyhlerderi Edebalı'nın evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kur'an-ı Kerim'i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği çok meşhurdur. Şeyh bu durumdan çok memnun kaldığı için kendisini kızı ile evlendirmiş ve hayır dualar etmiştir. 

Osman Bey, 1287'de Karacahisar'ı fethetti. 1280'de Domaniç'te Bizanslıları yenerek Bilecik'i fethetti ve Selçuklu Hükümdarı tarafından uç beyliğine verildi. 1299'da Inegöl fethedildi. Selçuklu Devleti yıkıldı ve Osman Bey müstakil beyliğini ilân etti. 

1300'de Yenişehir ile Köprühisar, 1302'de ise Akhisar ve Koçhisar fethedildi. Osman Bey'e babasından kalan arazinin genişliği 4800 km. kare idi. Kendisi vefat ettiğinde ise, beyliğin toprak genişliği 16.000 km.kareye ulaşmıştır. 

Vefat etmeden önce oğlu Orhan Bey'e şöyle vasiyet etmiştir:

"Oğullarıma ve bütün dostlarıma birinci vasiyetim Şudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i İslâm'ın yüceliğini yaşatınız. Cihadın kemâline ererek, sancağı şerifi hep yüksekte tutunuz. Her zaman İslâm'a hizmet ediniz. Zira Cenâb-ı Hak benim gibi zayıf bir kulunu ülkeler fethetmek için memur etti. Gaza ve cihadlarınızla Kelime-i Tevhid'i çok uzaklara götürünüz. Hanedanımdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahşer gününde, Rasülü Azam'ın şefâatinden mahrum kalsın. Oğlum! Dünyaya gelen hiç bir insan yoktur ki, ölüme boyun eğmesin. Bana da, Hz.Allah'ın emri ile şimdi ölüm yaklaştı. Bu devleti sana emanet ediyorum. Seni de Mevlâ'ya emanet ettim. Her işinde adaleti üstün tut". 

Vefatında 68 yaşında idi. Tarih ise, Ağustos 1326'yı gösteriyordu. (Allah rahmet eylesin.) 

Vefat ettiğinde geriye bıraktığı mal varlığı şunlardı : 

Bir at mrhı, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, bir tirkeş,birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kaşıklık. 

Osman bey vefat ettiği zaman zayıf bir rivayete göre, Söğüt'te babasmn yanına defnedilmiş ve Bursa alınırsa oraya defnini vasiyet etmişti. Bugün için 1326'da Bursa alındıktan sonra vasiyeti yerine getirilerek cesedi Bursa'ya nakledilip, Hisar'da (Saint Eli) namına yapılmış olan Gümüşlü Künbed'e defnedilmiştir. Fakat vekayün tetkikine göre vefatının 1326'da Bursa'nın teslim alınmasından sonra olduğu anlaşılıyor.

Osman Bey zamanında yaşayan Islâm büyükleri :

Silsile-i Sâdât-ı Nakşıbendiyye'nin onuncu ve onbirinci halkalarını teşkil eden, Hâce, Arif Rivgiri ve Hâce Mahmud İncir Fagnevi (k.s.) Hazretleri, şeyh Saadettin Cibavi, Bahaüddin Veled ve müellif Pehlivan Mahmud Poyraz.

Erkek çocukları :
Pazarlı Boy, Çoban Bey,Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey.

Kız çocuklan :
Fatıma Hatun.

Ertuğrul Bey

Uc beyi olarak hüküm sürmüstür. Hükümranlık süresi Osmanoğulları'nın en uzunudur. Babası Gündüz Alp, annesi Hayme Ana (Haymana)'dır. Babasının ölümü üzerine Ertuğrul Bey babasının yerine geçti. 

Ailesinin bir kısmı Ahlat'ta kaldı. Malazgirt Meydan Savaşı'ndan sonra Kayı Boyu'nun bir kısmı Ankara'nın batısındaki Karacadağ yöresine yerleştirilmişlerdir. Yassıçemen meydan muharebesinde Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat lehine yararlıklar gösterdi. Selçuklu Sultanı, Kayı Beyi'ne Bizans sınırında 1000 kilometrekarelik bir toprağı Bizans'a karşı sınırı savunmak ve ileriye götürmek göreviyle verdi.

13. Asır ortalarında Ankara'nın batısından göç edip Söğüt ve Domaniç'i ele geçiren Ertuğrul Bey idaresindeki Kayı aşireti, 400 çadır halkından oluşuyordu. Bugünkü Kütahya-Bursa-Bilecik illerinin sınırlarının birleştiği bölgedeki toprakları beyliğine “yurt” tuttu. Söğüt Kasabası'nın fethinden sonra beylik merkezini Söğüt'e taşıdı. Ölümünde Bizans'tan yaptığı fetihlerle topraklarını 4.800 kilometrekareye çıkarmıştı.

Osmanlı Devleti'nin temellerini atan Ertuğrul Gazi, Oğuzların Kayı Boyu'na mensup olup Selçukluların uç beyi değildir. Selçuklu Türkiye'sinin Bizans sınırının kuzey kesiminden sorumlu büyük uç beyleri olan Çobanoğulları'na tabi olmuştur. Ancak oğlu Osman Bey 1300 yılı başında büyük uç beyi olup, artık doğrudan doğruya Selçuklu Sultanı'na bağlanmıştır.

Oğlu Osman Gazi'ye yaptığı vasiyeti ile altı asır boyunca ayakta kalacak olan bir devletin idarecilik ruhunun temellerini atmıştır. Ölüm tarihi kesin olarak bilinmeyen Ertuğrul Gazi'nin 90 yaşından fazla olduğu halde (1281-1288) tarihleri arasında Söğüt'te vefat ettiği bilinmektedir. Türbesi Bilecik ili sınırları içerisinde olan Söğüt ilçesi'ndedir.

Söğüt ilçesi'nde her yıl Ertuğrul Gazi'yi anma törenleri yapılmaktadır. Orhan Şaik Gökyay'ın tesbitine göre Dede Korkut kitabının önsözü'nde şu kayıt yer almaktadır:

“Korkut ata ayıttı, ahir zamanda hanlik gerü Kayı'ya değe, kimesne ellerinden almaya, ahir zaman olup kıyamet kopunca. Bu dedüğü Osman neslidür, işde sürilü gideyorur.”