30 Ocak 2018 Salı

Âfetler: Yangınlar, Salgın Hastalıklar, Depremler, Kıtlıklar

İstanbul ’da çıkan yangınları Yeniçeriler söndürürdü. Bunun dışında özel bir itfaiye ekibi yoktu. Padişahın paralı askerleri olan Yeniçeriler yangın söndürmeyi savaşa gitmek gibi onurlu bir görev sayarlardı. Yangın çıktığında, atla ya da yaya olarak koştururlardı.

Gerlach’a göre Yeniçeriler yalnızca yangınlarda değil, başka olaylarda da çevreyi yağmalıyorlardı. II. Selim, 22 Aralık 1574’te ölüp yerine III. Murad tahta geçtiğinde, tüm Yahudiler ve diğer zenginler değerli eşyalarını gizlediler. Çünkü ne zaman bir sultan ölse Sipahiler ve Yeniçeriler evleri yağmalıyorlardı.

Gerlach kentte, bir fırının, birçok dükkânın ve bir kilisenin yandığı, 1 Şubat 1576 tarihli bir yangından söz ediyor.

8 Aralık 1554’te güneşin doğmasına üç saat kala İstanbul ’da büyük bir yangın çıktı. Yangın, yağ eritmeye çalışan bir adamın bulunduğu bir dükkândan başladı. Ayasofya’nın karşısında bin küçük ahşap dükkânla bir vakfa ait bir sürü küçük kulübe tümüyle yandı. 

Bunların kirası günde 13.000 akçeydi. Tahtakele’ye sıçrayan yangında burada da yabancılara ait birçok lokanta ve kumarhâne yandı. Çevredeki tutukevinde dolandırıcılık, hırsızlık, adam öldürme vb. suçlarından tutuklu yüzlerce suçlu, Yeniçerilerin son anda kapıları kırarak içeri dalması sonucu yanmaktan kurtarıldılar. Yeniçeriler kadın tutukluları kaçırıp alıkoydular.

Büyük miktarda hayvan ve bitki yağı, fasulye, bezelye, pirinç, kına, Mısır ve Kırım’dan gelen birçok mal bu yangında kül oldu. Yangın genişleyip alevler kenti sardıkça bunlara sadece yeniçeriler yaklaşabiliyor, evlerden içeri atlayıp kurtarabildikleri her şeyi dışarıya taşıyorlardı. Yangını söndürmek için su bulunmasına karşın, merdiven yokluğundan Yeniçerilerin çalışması yetersiz kalıyordu. 

Evleri yıkacak kancalar da yeteri kadar büyük değildi. Güçlü rüzgâr nedeniyle alevler çevredeki dar sokakları sardıkça Yeniçeriler ahşap ve kerpiç evleri yıkıyorlardı. Yeniçeriler bir yandan yangını söndürmeye çalışırken bir yandan da evlerde buldukları değerli eşyayı yağmalıyorlardı. 

Bu korkunç yangından sonra Sadrazam İbrahim Paşa, geceleri ateş ve lamba yakılmasını yasakladı. Saat 8’de akşam ezanından sonra tüm ateşlerin söndürülmesi emredildi. 

Oysa, 9 Eylül 1555’te kentte baş gösteren ekmek sıkıntısı üzerine günde iki kez ekmek çıkarmak zorunda olan fırıncılar, dayakla cezalandırılmaları pahasına geceleri gizli gizli fırınlarını yakmaya başladılar.

Yeniçeriler yangın söndürdükleri gibi, bazen de yangın çıkarırlardı. Yangınlar bazen de çeşitli nedenlerle, genellikle bir yeri yağmalamak amacıyla başka kişilerce de çıkarılırdı. 

Dernschwam’ın İstanbul gezisi sırasında insanlar yangından öylesine korkar duruma gelmişlerdi ki; mallarını dükkânlarında bırakmayıp başka yerlere taşımaya başladılar. 1554’teki yangını, 18 Ocak 1555’te büyük Galata yangınıyla, Fransız manastırının Yeniçerilerin yağmalamasından son anda kurtulduğu, 20 Ocak’taki yangın izler.

25 Haziran 1586 tarihli Fugger raporunda kentte çok önemli bir salgın hastalığın baş gösterdiği, bu hastalıktan ölenlerin sayısının iki yıl önceki salgında ölenlerin sayısından çok daha fazla olduğu yazılı. Yalnızca, İbrahim Paşa’nın sarayında ölü sayısı 100’ü geçtiğinden, salgın hastalık yüzünden kentten ayrılmaya çabalayan birçok kişi gibi Sultan’ın da sekiz-on gün içinde çocukları ve ailesiyle birlikte kentte ayrılarak Karadeniz’de kendisi için hazırlanan konağa gideceğinden söz edilir.

Wratislaw’ın İstanbul ’da bulunduğu sırada çok tehlikeli bir salgın oldu ve binlerce insan öldü. Her gün elçilik binasının önünden sayısız cesedin taşınıp mezarlığa gömüldüğünü gördüler. Elçinin evinde altı Hıristiyan bu salgın hastalıktan öldü. Elçiye bunları Galata’da, altı manastıra sahip Fransisken keşişlerince gömdürmesine izin verildi. Kentteki koku ve korku elçiliktekilerin çoğunun hastalanmasına yol açtı. Wratislaw’ın ateşi öylesine yüksekti ve öylesine ağır bir ishal geçiriyordu ki iyileşmesinden ümit kesilmişti.

Heberer’in İstanbul ’da kaldığı süre içinde kentte ve Galata ’da bir salgın oldu. Heberer’e göre bunun nedeni pis sokaklardı. Heberer birçok kez sokaklarda ölü at, köpek ve sıçanlara rastlamıştı. Heberer bir gemide esirken askerlerden birinin salgından öldüğünü anımsıyor. Gemi subayı hasta adamı temiz hava alması için güverteye çıkardığı için kaptan onu 200 sopa cezasına çarptırmış. Ancak Tanrı, acımasız kaptanı, bir ay içinde 40 adamını salgında yitirmekle cezalandırmış. Ölenlerden biri Heberer’in dostuymuş. Kaptanın da yazıcısı olduğu için kaptan onun Galata ’da bir kilisenin bahçesine gömülmesine izin vermiş.

Busbecq veba salgınının sardığı kentten ayrılmak için sonunda izin aldığı gün Büyükada’ya gitti. Burası İstanbul ’dan 4 saat çekiyordu. İki köyü barındıran ve yakındaki adalardan daha büyük, çekici bir yerdi. Busbecq’i kentten ve Pera’dan arkadaşları ile Ali Paşa’nın evindeki Almanlar ara sıra ziyaret ettiler. 

Söylendiğine göre vebadan ölenlerin sayısı günde 1.200 ya da 1.000’den 500’e düştü. Türkler hastaları sağlıklı insanlardan ayırmaya kalkışmadılar. Çünkü Türkler ölüm zamanı ve biçiminin insanın alın yazısı olduğuna inanıyorlardı. 

Kaderi değiştirmeye çalışmanın bir anlamı yoktu. Eğer bir insanın kaderinde vebadan ölmek varsa, önlem almanın bir yararı yoktu. Eğer kaderinde yoksa, önlem almanın yine anlamı yoktu. Bu nedenle Türkler salgından ölenlerin terden sırılsıklam olmuş giysilerini bile giymekten çekinmediler. Alabildiğine bir aldırışsızlık içindeydiler. Böylece hastalık iyice yayıldı. Kimi zaman bir aileden sağ çıkan olmuyordu [BUSBECQ 188-189].

Türkler salgın hastalıkların önemini anlamış değillerdi. Her insanın alnına yazılmış olduğundan, bir insanın ölüm nedenini araştırmak anlamsızdı. Schweigger zavallı bir dilenciyi evinin yakınında yerde ölü yatarken gördüğünü yazıyor. Öteki dilenciler adamı tamamen çıplak kalıncaya kadar soymuşlar. Sonunda iki dilenci adama acımış da cesedi sokak ortasından alıp götürmüşler [SCHWEIGGER 201].

Kullanılmış malların satıldığı çarşıyı anlatırken, Bassano buraların salgınların yuvası olduğunu yazıyor. Çünkü ölülerin (bunlara vebadan ölmüş olanlar da dahil) giysileri buralarda satılıyordu [BASSANO 91].

1596’da İstanbul ’da, Leonardo Dona, her yıl en az bir kez bir salgın çıktığını yazıyor. Bunun nedeni hava koşulları değil, kent halkının, özellikle Yahudilerin alışkanlıklarıydı [SENECA, 303].

İstanbul deprem bölgesindeydi. Bir gece, Busbecq tüm binanın müthiş bir biçimde sallanmasıyla, gece yarısı uyanır. Yer sarsıntıları birkaç gün sürer. En kalın duvarlarda bile büyük çatlaklar görülür [BUSBECQ 37]. 

10 Eylül 1509’da İstanbul, tarihinin en şiddetli depremini yaşadı. Depreme tanık olmayan yazarlar bu depremin yol açtığı hasar ve kayıpları değişik sayılarla göstermişlerdir. Ancak felâket sırasında kentte olan İtalyan Nikolo Zusignan’ın 15 ve 25 Eylül 1509 tarihlerinde yolladığı raporlara göre İstanbul ve Pera ’da 1.500 ev hasar görmüş, 4.000 kişi ölmüş, 10.000 kişi yaralanmış. Kentin kara ve deniz surlarının büyük bir kesimi, ayrıca saray ve câmiler de yıkılmış. 

Gerek Pera, gerek İstanbul ’da hasar görmeyen bina çok azmış. Venediklilere hiçbir şey olmamış ama Floransalılar'ın evi tamamıyla çökmüş ve üç kişi ölmüş. Sultan 5.000 marangoz ile duvarcıyı ve 80.000 işçiyi tamir ve yeniden yapım işlerinde görevlendirmiş [SANUTO IX, 3261].

Giovanni Moro’nun İstanbul ’da kaldığı 32 ay boyunca ciddi boyutlarda 3 ya da 4 kıtlık baş göstermiş ve özellikle ekmek fiyatları çok artmış [RELAZIONI 43].

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder