Yunan İşgali | Anadolu'yu sarsan 3 yıl, 3
ay, 24 gün
Yunanistan’ın haksız ve hukuk
dışı bir kararla İzmir’de başlayan harekâtı, askeri açıdan
Anadolu’daki direnişi kırmak, hatta Ankara’yı
ele geçirmek yolunda gelişirken; sosyal-siyasal açıdan da işgal
bölgesinde Rum nüfusu temel alan kalıcı bir Yunan egemenliğini
hedefliyordu. 26 Ağustos’ta başlayan Türk
taarruzu bu planı bozmakla kalmadı; denizden gelen istilacılarla
birlikte onbinlerce sivili de denizin diğer yakasına sürdü.
Geldikleri gibi gidemediler
Pers İmparatorluğu’nun Sard valisi
Keyhüsrev (Kyros), M.Ö. 4. yüzyılda Atina ve
Sparta’dan paralı askerlerle oluşturduğu orduyla
Sard şehrinden hareket etmiş; Anadolu’yu geçerek
Mezopotamya’nın güneyinde, Babil yakınındaki
Kunaksa’ya inmişti. Burada ağabeyi, Pers kralı
Keykavus’un (Artakserkses) ordusuyla savaşa tutuşan Keyhüsrev ölmüşse
de, ordusu zafer kazanmıştı. Keykavus’un Yunanlı komutanları tuzağa düşürüp
öldürmesi üzerine, Atinalı Ksenofon (Xenophon) ve dört
arkadaşı, sayısı on binden fazla olan Yunan paralı askerlerine rehberlik ederek
onları önce kuzeydoğuya götürmüş, ardından Karadeniz kıyılarını takiben
Truva’ya getirmişti. Tarihe “Onbinlerin
Dönüşü” olarak kaydolan bu yolculuğu Ksenofon
“çıkış” anlamına gelen Anabasis adlı eserinde
anlatır.
Bu olaydan 2320 yıl sonra, 1919 baharında
onbinlerin torunları ya da Yunan Albay Dimitri Ambelas’ın
deyişiyle “yeni onbinler”, bu kez Selanik’ten
hareket etmiş; 15 Mayıs sabahı İzmir’e çıkarak başlattıkları
“Anadolu seferi” yaklaşık üç buçuk yıl sürmüş, ama
dedelerininki gibi mutlu bitmemişti. Onbinlerce insanın ölümüne,
milyonlarcasının tarifsiz acı ve sıkıntılar yaşamasına neden olan bu sefer,
Yunanistan’da “Küçük Asya Felaketi” olarak
isimlendirilir.
Neden geldiler?
Bu sorunun yanıtı, genellikle sanıldığı gibi Yunan
milliyetçiliği, başka bir deyişle “Megali İdea”
öğretisi değildir. Esasen ikisi Yunanistan’dan, diğeri Yunanistan’ın 1.
Dünya Savaşı’nda müttefiki olan İngiltere,
Fransa ve ABD’den kaynaklanan üç sebep üzerinde durmak
gerekir.
1. Egemenlerin horoz dövüşü
Egemen sınıflar arasında ve ülkeyi hem düşünsel anlamda, hem de
idari olarak ikiye bölecek olan amansız mücadele, Yunanistan’dan kaynaklanan
sebeplerin ilkidir. Bavyera ve Danimarka’dan
ithal kralların başında olduğu ve on yıllardır iktidara demir atmış
aristokratik oligarşi, 1910 Ağustos’unda
yapılan seçimlerde iktidarını Venizelos’un temsilciliğini
yaptığı burjuvaziye kaptırmıştı. 1915 Şubat’ında Kral
Konstantin, hükümeti kurma görevini Gunaris’e vererek
iktidarı aristokrasiye iade etmişse de, 12
Haziran’da yapılan seçimlerde rakiplerini silip süpüren Venizelos
yeniden başbakan, burjuvazi de iktidar
olmuştu.
Ama Konstantin ikinci hükümetini kurduktan
sadece kırk beş gün sonra, Venizelos’tan başbakanlığı
bırakmasını isteyerek, iktidarı bir kez daha aristokrasiye vermişti. Son seçimi
kaybeden ancak iktidarı kaybetmeyen aristokrasinin, kral eliyle gerçekleştirdiği
bu ikinci hükümet darbesi üzerine Venizelos Selanik’e gitmiş, Yunanistan’ın
kuzeyi ve adalara egemen olacak geçici, ama Zaimis’in başında
olduğu Atina’daki hükümete paralel yeni bir hükümet kurmuştu.
Yunanlıların “Ulusal Bölünmüşlük” (Ethnikos
Dihasmos) dediği bu süreç, İngiltere, ve Fransa’nın desteğini alan
Venizelos’un dolayısıyla Yunan burjuvazisinin bir kez daha iktidara gelmesi
(Venizelos hükümeti) kurduktan bir gün sonra, 28
Haziran 1917’de Almanya ve müttefiklerine savaş ilan
etmişti) ve Konstantin’in Yunanistan’ı terk etmesiyle tamamlanacaktı.
2. İflas etmiş devletin imparatorluk
düşü
Boğazına kadar borçlandırılarak kurulan Yunanistan,
1893 yılında iflas ettiğini açıklayınca, alacaklı devletlerin
temsilcileri Atina’da toplanmış ve Uluslararası Ekonomik Denetim
Kurumu’nu oluşturmuşlardı. Böylece Akdeniz’in diğer
geleneksel ekonomilerine; Portekiz, Mısır, Tunus ve
Osmanlı Devleti’ne yapıldığı gibi, Yunanistan’a da ekonomik
pranga vurulmuş oluyordu.
Tuz, alkol, sigara kâğıdı ve petrolü tekeline alan;
tütün vergisi ile liman gelirlerini toplayan bu kurum eliyle
Avrupa, Yunan sermayesinin sanayiye yatırılmasını engellemekte
ve Yunan bankalarına ortak olmak suretiyle ülkenin ekonomik yaşamını
denetlemekteydi.
Balkanlar ve Yakındoğu’da
yükselen milliyetçilik ve ulusal ekonomi inşasına yönelik
uygulamalarının bir sonucu olarak, aynı yıllarda Yunan
diasporası da Yunanistan’a sermaye ihracına başlamıştı. Sanayiden çok
devlete borç verme, demiryolu ve kapitalist
dünya pazarının istemleri doğrultusunda tefecilikte kullanılan bu sermaye;
sahiplerinin servetlerini katlamıştı.
Eleftheros Tipos
gazetesinin, 1919 yılı başında yazdıkları,
Yunanistan’ın çaresizliğini ve iktidarın seçeneksizliğini göstermektedir:
“Savaşın sırtımıza yüklediği ağır yükten sonra,
sınırlarımız tüm Yunan halkını tek bir Yunanistan içinde toplayacak bir şekilde
genişletilmezse, ekonomik bakımdan yaşamaya devam edemeyiz”.
Tercüme etmek gerekirse Yunan burjuvazisi, ülkenin ancak,
kalabalık soydaş nüfusuyla birlikte tarım, ticaret ve madenler bakımından zengin
Anadolu’nun batısı ve (Doğu) Trakya’yı almak suretiyle Avrupa sermayesinden
ekonomik, dolayısıyla siyasi bağımsızlığını kazanabileceği düşüncesindeydi.
Küçük Yunanistan, ulus devletler çağında, Venizelos’un “… dört denizle yıkanan
ve kendi penceresinden Karadeniz’i seyreden” diye tanımladığı, büyük bir
imparatorluk olmak istiyordu.
3. İtalya zor, Yunanistan kolay
lokmaydı
İtalya, İtilaf Devletleri’nden biriydi ve
1917 tarihli gizli bir anlaşma ile, müttefikleri kendisine
İzmir ve çevresini de içine alan bir pay vaat etmişlerdi. Söz konuşu anlaşmayı
sonradan, “Rusya’nın onayı ile yürürlüğe gireceğine ilişkin
hükmü” gerçekleşmediği için tanımayan müttefikler, İtalyan
fırsatçılığının sebebiyet vereceği olası kayıplardan endişe
ediyorlardı.
Akdeniz’in ikinci büyük gücü olan İtalya’ya söz dinletebilmek
kolay değilken Yunanistan, birçok bakımdan İngiltere ve Fransa’nın tercih
edebileceği bir ülkeydi. Henüz terhis etmediği ordusu, Akdeniz ve Karadeniz’deki
müttefik çıkarlarını koruyabilirdi. Bu küçük ülkenin, bağımsız politikalar
izleyemeyeceği açıktı. Müttefikler 6 Mayıs 1919’da
Yunanistan’a, Anadolu seferi için vize verirken bunları
hesaplamışlardı.
Nasıl geldiler?
Savaşın galibi büyük devletler, 1919 ve
1920 yılında, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde topladıkları
konferanslarda, savaş değirmenine su taşıyan bir dizi karar aldılar. 18
Ocak 1919’dan beri toplantı halinde olan Paris Barış
Konferansı’nın, İtalya’nın hazır bulunmadığı 6 Mayıs
tarihli oturumunda alınan, yeni onbinlerin İzmir’e gönderilmesine ilişkin karar
da bu bağlamdadır.
Mütareke (Mondros) mukavelesinin:
“Müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek durum
olduğunda, herhangi bir noktayı işgal hakkı olacaktır” diyen 7.
maddesine dayandırılan bu haksız ve hukuk dışı karar, ardında onbinlerce ölü ve
yaralı; aç ve açıkta milyonlarca göçmen; zarar-ziyan ve etkileri günümüzde bile
hissedilen derin acılar bırakan bölgesel bir savaşa neden olmuştu.
Venizelos, İzmir’in işgali görevinin, Yunanistan’ın en seçkin
birliği olan 1. Piyade Tümeni’ne verilmesini istemişti.
Albay Nikolaos Zafirios’un komutasında üç piyade alayıyla iki
topçu taburundan oluşan bu tümen, 12 Mayıs’ta
Eleftheron limanında (Selanik yakınlarında) demirlemiş nakliye
gemilerine bindirilmişti. Aynı limanda, İngiliz kaptan Gover
Granvil’in komuta ettiği üç İngiliz ve dört Yunan
torpidosundan oluşan bir filotilla da bulunuyordu. Bu
filotillaya nakliye gemilerini İtalyan donanmasından ve olası tehditlerden
koruma görevi verilmişti.
13 Mayıs sabahı limandan ayrılan gemiler,
İzmir’deki İngiliz Amirali Calthorpe’dan aldığı emir gereği,
14 Mayıs öğle üzeri, Midilli Adası’nın
Yera Körfezi’ne demirledi. Leon torpidosuna
binen tümen kurmay heyeti, akşama doğru İzmir’e geldi.
Averoff ve Iron Duke zırhlısında yapılan görüşmelerde
çıkarmanın ayrıntıları belirlendi.
İşgal planı
Plan şöyleydi: Olası bir Türk direnişini kırmak için İzmir
kuşatılacak, 1/38 Evzon Alayı güneybatıdan
Karantina-Kadifekale çizgisini; Beşinci Alay Kuzeybatıdan
Punta (Alsancak)-Kadifekale çizgisini tutarken, Dördüncü Alay
Türklerin oturduğu mahalleleri denetim altına alacaktı.
Padişah ve hükümetten
oluşan merkezi iktidar odağı ile bunun İzmir’deki mülki ve askeri uzantısı olan
vilayet ve 17. Kolordu’nun başında bulunanların, kayda değer bir tepki
göstermediği çıkarma işlemi; 15 Mayıs 1919 sabahı başlamış,
yerli Rumların sevinç gösterileri eşliğinde 1. Piyade Tümeni, Punta
İskelesi’ndeki Avcılar Kulübü önüne inmişti.
Beraberinde Rumlar olduğu halde, saat 11.00 sularında vilayet konağı önüne gelen
Evzon Alayı’nın öncü birliği, kim ya da kimler tarafından
sıkıldığı halen tartışma konusu olan kurşunların hedefi oldu.
Anlaşılan o ki,
sayıca Rumlardan çok olduğunu göstermek için geceyi Maşatlık’ta
bir arada geçiren bazı Türkler, yeni onbinleri taşıyan gemilerin gün ışırken
körfeze girdiğini görünce, ev veya işleri yerine, vilayet konağı önüne giderek
elleri tetikte beklemeye başlamıştı.
İlk kurşun
Bu kurşunların neden olduğu kısa süreli bir paniğin ardından
yeni onbinler ve Rumlar, kolordu binası (Sarıkışla), vilayet
konağıyla Kemeraltı Caddesi’nin girişi ve civarındaki kahve ve
otellere, bir saat boyunca kurşun yağdırdılar.
Zafirios,
Venizelos’a gönderdiği 25 Mayıs tarihli bir raporda,
15 Mayıs kurbanlarını şöyle tasnif etmiştir:
“Yunanlılar: asker 2 ölü, 9 yaralı; sivil 9 ölü, 34 yaralı.
Türkler: asker 5 ölü, 8 subay, 8 er ve 41 sivil yaralı ve değişik milliyetlerden
47 ölü. Toplam 163 kişi. “Fransız Başbakanı Clémenceau’ya
gönderdiği bir mektupta Venizelos, toplam sayıyı değiştirmezken, Yunan
kayıplarını şişirmiştir.
Paris Barış Konferansı’nın 15 Mayıs olaylarını araştırması için
kurduğu komisyonun raporunda ise şöyle denmektedir:
“İzmir’in işgali sırasında ölen ve yaralananların sayısı
kesin olarak bilinmemektedir. Tahminen Yunanlılardan 2 er ölü, 6 yaralı;
Türklerden ise, 300 veya 400 ölü ve yaralıdır”.
Türk belgelerine göre “işgalin ilk 48 saati içinde İzmir ve
banliyölerinde (Urla Yarımadası ve köyleri dahil) öldürülen Türklerin sayısı
2000’in çok üzerinde” idi. İşgali izleyen Yunanlı gazeteci
Mihailidis; sadece 15 Mayıs günü, 4000 Türk’ün (sivil ve asker)
tutuklandığını yazmıştı.
Yunan örgütü
Yunan Hükümeti, Mondros sonrası İstanbul ve
İzmir’e, bu kentlerde yaşayan Türkler dahil tüm halkları kazanmaları misyonu
ve “yüksek komiser” sıfatıyla memurlar göndermişti. 21
Mayıs’ta İzmir’e gelen yeni Yunan Yüksek Komiseri Aristidis
Stergiadis’e verilen görev ise, 1914 ilkbaharında doğu
Ege adalarına sevk edilmiş Osmanlı Rumlarını evlerine
yerleştirmek için gerekenleri yapması ve barış anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nden
devralınacak arazide kurulacak Yunan yönetiminin zeminini
hazırlamasıydı.
Menderes, Gediz ve Bakırçay’ın
yardığı vadileri izleyerek doğuya ilerleyen yeni onbinler; Anadolu’da da
İzmir’deki sivil yönetime bağlı olması dışında sürekli değişen ve büyüyen, bu
nedenle oldukça karmaşık bir örgütsel yapı kurmuştur.
Bu yapının çatısını, işgal dönemi boyunca resmi ismi ve
başkomutanı çok sık (ortalama beş ayda bir) değiştirilmiş Küçük Asya
Ordusu Komutanlığı (KAOK) oluşturmaktadır.
26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlamadan
hemen önce, Tümgeneral Hacianestis’in komutasında on dört
tümen, beş alay ve Yüksek Genel Komutanlığa (YGK) bağlı
birlikleriyle yaklaşık 200.000 kişiden oluşan bu savaş makinesinin ciddi
sorunları vardı.
Boğazına kadar siyasete batan komuta kadrosu
(Konstantinist-Venizelist kamplaşması); sürgün niteliğindeki
tayinler nedeniyle subayların birliklerini terk etmesi; komünistlerin savaş
yılgını erler arasında yürüttüğü “eve dönüş” kampanyası;
giderek kötüleşen siper koşulları ve ağır kayıplar bu sorunların başında
geliyordu.
Rumların iskânı
Osmanlı Devleti’nin savaştan önce ve savaş sırasında, yeni
onbinlerin Anadolu’da işgal ettiği bölgeden “harice sevk ettiği”
Rum-Ortodoks cemaatinden uyrukları evlerine yerleştirildi ve arazileri
kendilerine iade edildi. 31 Aralık 1920 tarihi itibariyle
Anadolu’da iskân edilen Rum göçmenlerin sayısı 126 bindir (daha fazla değil).
Hükümet son beş yılı bin bir zorlukla geçirmiş bu insanların durumlarını
iyileştirmek için, 1 Aralık 1920 tarihi itibariyle 16.136
göçmene, 17.503.765 Drahmi borç vermiş; gelecek göçmenler için
ayrılmış iki buçuk milyon Drahmi’yi yetersiz bularak, beş milyon daha göndermeyi
kararlaştırmıştı.
Ayrıca Rum göçmenlere pulluk ve kaliteli tohum dağıtılmış; tarım
kursları düzenlenmiş; ev, okul, yol ve kiliseleri onarılmış veya yapılmış; su
kuyuları ve pompaları temizlenmiştir. Kuvayı Milliye’nin
denetiminde olan bölgeden İzmir’e gelmiş Rum göçmenler, Bahri Baba
Parkı’nda kurulan bir kampta toplanmış; bunlara, ekmeğiyle birlikte
günde 2.000 kap (1000’i Türk göçmenlere veriliyordu) yemek verebilen bir aşevi
açılmıştı.
Göçe zorlama
İzmir ve art bölgesinin işgali sırasında ve sonraki günlerde,
Türklere yönelik, ve Rum milislerce de desteklenen öldürme, yaralama, ırza
geçme, işkence, dayak, sürgün, gasp, soygun, angarya ve kundaklama başlığı
altında toplanabilecek uygulamalar planlıydı ve beklendiği gibi dahile ve
beklenmeyen bir şekilde İzmir’e doğru kitlesel bir Türk göçüne neden olmuştu.
Anadolu’nun batı sahiline serpilmiş bazı kaza merkezleri
dışında, Rum nüfusun çoğunlukta olmadığını bilen Yunanistan böylece,
demografik yapısını lehine çevireceği işgal bölgesinin,
kendisine bırakılmasını garantilemek istiyordu. 15 ve 16 Mayıs
1919 günü karıştıkları olaylar bilinmesine rağmen, Rum milislerin
ısrarla askeri operasyonlara dahil edilmesi bundandır.
1919
Ekim’i itibariyle göç eden Türklerin sayısı, Venizelos’a göre 180.000,
Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti’nin bir raporuna göre ise,
300.000’di. 1920 Haziran’ı itibariyle İzmir’de değişik
milletlerden 64.500 göçmen bulunuyordu ki, Türklerin çoğu cami ve medreselerde
barınmaktaydı.
Sağlık işleri
Ahlaki ve diplomatik boyutları olan gereklilikler ve propaganda
amacıyla, özelde İzmir’deki Türk göçmenlere ve genel anlamda işgal bölgesi
içinde yaşayan herkese, sosyal yardımlarla desteklenmiş bir sağlık hizmeti
sunulmuştur. Hizmete soktuğu aşı istasyonları ve dispanserler eliyle yüz
binlerce aşılama, muayene ve tahlil yaptırıp reçete yazdırtan; ihtiyaç
sahiplerine ücretsiz ilaç, et, ekmek, süt, sıcak yemek ve yakacak maddeleri
dağıtan Yunan yönetimi; işgal bölgesinde yüksek bir halk salığı standardı
oluşturmayı başarmıştı. Yunan Kızılhaç’ına bağlı hastane ve dispanserlerle işgal
bölgesi içinde çalışmasına izin verilen Osmanlı Hilal-i Ahmer
Cemiyeti’ne ait dispanserlerin, bu sonucun alınmasında yaptığı katkı
unutulmamalıdır.
Ağır cezalar
Uluslar arası hukuka göre yeni onbinler, barış anlaşması
yapılıncaya kadar, işgal bölgesinde geçerli yasa ve yönetmeliklere uymak
zorundaydı. Ancak Yunanistan “sıkıyönetim mahkemeleri” (ektakto stratodikio)
kurmak suretiyle hukuku delme yoluna gitti. Böylece Rumlar Osmanlı
mahkemelerinden kurtarılmış, dolayısıyla Türklerin hak ve hukuk arama şansı ve
Osmanlı yargı hakkı yok edilmiş oluyordu.
KAOK, 17 Mayıs 1919
günü yayımladığı bir duyuru ile halkı güya 15 Mayıs’ta 15 Mayıs’ta ilan edilmiş
sıkıyönetimin gereklerine uymaya davet ederek, sıkıyönetim mahkemelerini
meşrulaştıran son adımı da atmıştı. Özellikle Kuvayı Milliye’ye yardım ve
yataklık iddiasıyla pek çok Türk’ü 101 yıl hapis ve müebbet kürek gibi ağır
cezalara çarptırmış olan mahkemeler, suça göre değil sanığın milliyetine göre
cezalar verdi.
Kaçırılan tarih
İşgal yönetiminin Anadolu’ya ait arkeolojik eserleri
Yunanistan’a nakletmeyi amaçlayan ilk girişimi 1919 sonbaharında oldu. Sudan bir
bahane ile Bergama Müzesi’ne el koyan işgalciler, Osmanlı makamlarının
itirazlarına aldırmayarak, buradaki eserleri bir şekilde Atina’ya taşıdı.
Atina
Arkeoloji Derneği’nden İkonomos ile yine Atina’daki Bizans Müzesi’nin müdürü
Sotiriu, Klozemenia (Urla), Efes ve Nisa’da (Aydın/Sultanhisar) başlatıp
yürütülen kazılara ekonomik destek vermişti. Bu kazıların amacı başlangıçta,
Yunan uygarlığının işgal bölgesine damgasını vurduğunu göstererek, “Enosis’e
zemin hazırlamak”tı. Tahrip edilen arkeolojik dokudan alınmış eserler, İzmir
üzerinden Atina’ya sevk edildi.
İzmir’de üniversite
Sevr Anlaşması’ndan sonra, bazı Türk okullarıyla medreselere
ısınma, kırtasiye, beslenme giderleri ve öğretmen maaşları için bir miktar para
aktaran Yunan yönetimi, Rumlara ait ilk ve orta dereceli okullara deyim
yerindeyse “yağdırmış” ve İzmir’de bir (Rum) Erkek Öğretmen okulu ile lise
açmıştı. Ama işgal yönetiminin eğitim alanındaki en görkemli girişimi, hiç
kuşkusuz İzmir Yunan Üniversitesi’ydi. Amaç, Anadolu’dan Yunanistan ve Avrupa’ya
yönelen beyin göçünü durdurmak ve Enosis’i geciktirebilecek eksiklikleri
(yetersiz üretim ve Yunanca bilmeme gibi) gidermekti.
Kurucu rektörlüğüne Göttingen Üniversitesi’nden matematik
profesörü Karatheodoris’in atandığı ve “Doğu’nun ışığı” olması beklenen
üniversitenin Fen Bilimleri ve Ziraat; Mühendislik Bilimleri; Doğu Dilleri ve
Kültürü; İktisat ve Kamu İdaresi fakülteleriyle Hıfzıssıhha Enstitüsünden
oluşması planlanmıştı. İki yıl içinde fiziki altyapısı (şimdi İzmir Kız
Lisesi’ne ait binalarda) ve kadroları tamamlanan İzmir Yunan Üniversitesi,
sadece kimya bölümünde öğretime başlayabildi (Cumhuriyet döneminde İzmir’de ilk
üniversite, Ege Üniversitesi 1955 yılında kurulabildi).
Özerklik girişimi
Anadolu’dan ayrılmadan kısa bir süre önce, 12 Ağustos 1922 günü
Yunanistan, kamuoyuna hitaben yayımladığı bir bildiriyle işgal ettiği bölgenin
özerkliğini ilan etmişti. İngiltere hükümetinin, Türk ordusu ile Çanakkale
Boğazı arasında tampon olacağını düşündüğü için destek verdiği bu girişimiyle
Yunanistan, artık kalamayacağını bildiği işgal bölgesini, Rum soydaşları için
güvenli kılacak bir idari yapı oluşturmayı amaçlamıştı.
Nasıl gittiler?
26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Türk taarruzu, sansür nedeniyle
cephe gerisinde dolayısıyla İzmir’de duyulmamış/duyulamamıştı. İzleyen günlerde
trenlerin, daha önce görülmediği kadar çok ölü ve yaralı askeri İzmir’e
getirmesi Türkleri sevindirirken Rumları kaygılandırmış olmalıdır.
Bu nedenle
İzmirli Rumlar, Amalthiya (İzmir) gazetesinin 30 Ağustos tarihli nüshasında,
“Düşman saldırısının şiddeti nedeniyle dün Afyonkarahisar’ın tahliyesi
emredilmiştir…” diyen 28 Ağustos tarihli askeri bülteni okuduklarında, cephenin
çöktüğünü anladılar. O sırada Türk ordusu yönünü İzmir ve Akdeniz’e çevirmişti.
Yerli Rumlar da, bulabildikleri her tür araç ve götürebildikleri her şeyle
birlikte, Türk ordusunun önünden aynı yöne kaçmaktaydılar.
Adalara geçmek
isteyen onbinlerce Rum göçmen, rıhtım ve yolcu gümrüğüne yığılmış durumdaydı.
Polis müdürlüğünden alınmış seyahat izni ve pasaport talep ederek, başlangıçta
bunların Anadolu’dan ayrılmalarını engellemeye çalışan işgal yönetimi, sonraki
günlerde bazı vapurlara el koyup Adalar’a sefer bile yaptırmıştı.
Yunanistan’ın
İngiliz Hükümeti’nden ateşkes istediği 2 Eylül günü Stergiadis, kıdemli
memurlarına arşivlerini toplamaları ve harekete hazır olmaları talimatını verdi.
İzmir’de ne ekmek ne de asayiş kalmıştı. Rum milislerin, yerleşim merkezlerini
yakıp yıkacağından endişe eden birçok Türk de, İzmir’e gelerek cami, medrese ve
okullara sığınmıştı.
Ve 9 Eylül
9 Eylül sabahı Sabuncubeli’nden hareket eden ve Bornova-Mersinli
güzergâhını geçen 5. Süvari Kolordusu’nun 2. Tümeni’nden Yüzbaşı Şerafettin
Bey’in komuta ettiği öncü birlik, rıhtımdaki binlerce Rum ve yeni onbinlerin
döküntüleri arasından geçerek, saat 10.30’da vilayet konağına varmıştı. Boynu ve
kolundan yaralı olan Şerafettin Bey, burada bir Türk gencinin verdiği al sancağı
gözyaşları içinde konağın balkonundaki göndere çekmişti.
Böylece İzmir, üç yıl, üç ay, yirmi dört gün çektiği hasretin
ardından, gerçek sahibiyle kucaklaşmış, Türkiye emperyalizm illetinden
kurtulmuştu ama, işgal sürecinde ödediği bedel çok ağırdı.
Megali İdea nedir?
Yunancada “büyük fikir” demek olan bu kavramı, Başbakan Kolettis
ilk kez 14 Ocak 1844’te yaptığı bir meclis konuşmasında telaffuz etmişti.
Adriyatik Denizi-İran ekseninde, Yunan soyundan herkesi, başkenti İstanbul
olacak bir devletin sınırları içinde buluşmayı hedefleyen bu öğretinin o
dönemdeki amacı; topraksızlıktan ötürü sefalet içinde yaşayan Yunan köylüsünün,
iflas halindeki hükümeti devirmesini önlemekti.
Yunan köylüsü ve emekçisinin
enerjisini dış politikaya aktaran Megali İdea: Yunanistan’da ezilen sınıfları
hak ve iktidar mücadelesi yapmaktan alıkoyduğu için, egemen sınıfların
iktidarını pekiştiren bir araçtı. Venizelos’un savaşçı ve yayılmacı Megali
İdea’sı ise, Batı uygarlığının Yunanlılığı yok etmek için aşıladığı bir
öğretiydi. Gerçekte Yunan ekonomisinin durumu, hangi sınıf iktidarda olursa
olsun Yunanistan’a, Venizelos’un savunduğu Megali İdea dışında bir tercih yapma
şansı vermiyordu.
Hasan Tahsin veya Osman Nevres
İzmir’e çıkan Yunan askerlerine ilk kurşunu atan Hasan Tahsin,
Selaniklidir ve gerçek adı (Recepoğlu) Osman Nevres’tir. Selanik Feyziye
Mektebi’ni bitiren Nevres’in hayatında, okulun o dönemdeki idarecisi, daha
sonraları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en etkili isimlerinden, Maliye Nazırı
Cavit Bey’in önemli bir rolü oldu. Nevres, Paris Sorbonne Üniversitesi Siyasi
İlimler Akademisi’nin ardından Teşkilat-ı Mahsusa kadrosuna katıldı.
İttihat ve Terakki tarafından 1914’ün Ekim ayında Sofya’ya
gönderilen Nevres’in görevi, Bulgaristan’ı Üçlü İtilaf tarafa çekebilmek için
orada propaganda yapmaya gelmiş İngiliz parlamenterler Noel Edward ve Charles
Roden Buxton kardeşleri öldürmektir.
Osman Nevres ikisini de vurur fakat
öldüremez. Teşhis edildiği için İttihat ve Terakki yöneticileri kimliğini
değiştirerek kendisini İzmir’de saklar. Hasan Tahsin İzmir’de bir şirket kurar
ve gazete çıkarmaya başlar. Pasaportuna yazılan “Hasan Tahsin” takma adını ölene
kadar kullanır.
15 Mayıs’ta ilk kurşunu attığında, İzmir’de Hukuk-u Beşer (İnsan
Hakları) gazetesini çıkarmaktadır ve 31 yaşındadır. Hasan Tahsin’den ilk kurşun,
Konak Meydanı’nda Yunan sancağını taşıyan askere gider. Aynı yerde öldürülen
Tahsin, işgale karşı halkın simge ismi olur.
Prof. Dr. Engin Berber
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder