9 Şubat 2018 Cuma

Kayılar

Kayılar, 12. yüzyılda İran coğrafyasına, buradan da Anadolu'ya geçerek önce Selçuklu tebaası olmuş ardından Osmanlı Beyliğinin ve devletinin kurucu unsurları olmuşlardır

Kayılar, kökenleri itibariyle 24 oğuz boyundan biri olarak varlıklarını yüzlerce yıldır koruyan güçlü ve önemli bir boydu. Göktürkler ve Karahanlılar dönemlerinde İç Asya’da varlıklarını devam ettiren Kayılar, 9. Yüzyılda Selçuklu Devleti bünyesinde ekseriyetle Horasan bölgesinde varlıklarını sürdürmekteydiler. 

Selçuklu tebaası olmayan ancak Selçuklu Devleti hudutları içerisinde diğer Türk boyları gibi konar/göçer yaşayan Kayılar Anadolu’ya iki ayrı dönemde iki ayrı kol halinde girdiler. 

İlk önemli Kayı kolu Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya giriş yapmış ve ilerleyen yıllarda güçlenerek Artuklu beyliğini kurmuşlardı. Horasan ve Merv bölgesinde varlıklarını devam ettiren bir diğer Kayı kolu ise Moğol baskıları nedeniyle Batıya doğru sürüklenmiş, Harzemşahlar ile  birlikte 12. Yüzyılın sonlarında Anadolu’ya girmişlerdir.

Kayıların sayıca hatırı sayılır büyüklükte bir nüfusa sahip olduğunu bünyesinden iki büyük beylik çıkarttığından hareketle görebiliyoruz. Ancak Selçuklu devrinden önce tarih sahnesinde ismine pek rastlanmamaktadır. 

Bunun muhtemel sebebi Kayıların diğer büyük Türk kitleleriyle birlikte hareket etmemiş olmalarıdır. Gerek Göktürkler devrinde, gerekse Karahanlılar döneminde tarih kayıtlarına düşmüş ve ulaşabildiğimiz tarih kayıtlarına etki edecek bir siyasi tezahürün içinde bulunmadıkları düşünülebilir. 

Ancak varlıklarını yüzlerce yıl devam ettirebildiklerini, Anadolu’ya göç ettiklerinde ise takriben 70 bin çadırlık geniş bir nüfusa sahip olduklarını düşünürsek kendi kaderlerini kendileri belirlemiş, geçte olsa Türk Tarihindeki yerlerini 12. Yüzyıl itibariyle almışlardır.

Kayılar, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecine girmesi ile Anadolu Beylikleri’nin bağımsız ve kendi başlarına idare edilmeye başlandığı dönemde Bizans’a karşı elde ettiği başarılar neticesinde güçlenmiş, yaklaşık 40 yıllık bir sürecin sonunda İmparatorluk haline gelerek Osmanlı Devletinin kurucu unsurları olmuşlardır.

Osmanlı Devletinin kuruluşu sürecinde baş rolü üstlenen Kayı Boyunun Anadolu’daki varlıkları Büyük Selçuklu Devleti döneminde Anadolu’ya giren Türk boyları kadar eski değildir. Kayılar Anadolu’nun Türkleşmesinden yaklaşık 100 yıl sonra Anadolu’ya girmişlerdir.

Kayılar, Moğol saldırılarının etkisiyle İç Asya’dan batıya doğru göç hareketine girişen Türk boyları ile birlikte Büyük Selçuklu Devletinin hüküm sürdüğü İran coğrafyasına göç etmişlerdi. Ancak Büyük Selçuklu Devleti 1157’de yıkılınca İran coğrafyası Abbasilerin tahakkümü altına girmeye başladı. 

Büyük Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra merkezi bir yönetime bağlı olmasalar da vilayetlerin yönetimi halen Büyük Selçuklu Devleti tarafından görevlendirilmiş olan valilerinin elinde bulunuyordu. Selçuklu valileri Abbasilerin bölgelerinde hâkimiyet kurmasını arzu etmiyorlardı. 

Aynı şekilde Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boyları da Müslüman olmalarına rağmen Arap hükümdarlar tarafından yönetilmek istemiyorlardı. Selçuklu valileri ve göçebe Türk boyları bu ortak menfaat etrafında buluşarak Abbasi akınlarına karşı ittifak kurdular. 

Bu dönemde Kuzey İran coğrafyası Selçuklu ardılları olan Türklere, bölgede uzun süredir yaşayan göçer Türkmenlere, Kuzey Karadeniz hattında yaşayıp hazar denizi üzerinden İran’a göç eden Tatarlara ve Moğol baskısıyla İç Asya’dan göç eden göçebe Türk boylarına ev sahipliği yapıyordu. 

Selçuklu valileri Türkmenleri, Tatarları ve göçebe Türklerin en güçlü unsurlarından olan Kayıları ikna ederek Abbasi akınlarına karşı bir ittifak oluşturdular ve bulundukları bölgeyi (Horasan/Merv kentleri) Abbasi akınlarından korudular. Bu başarıda en büyük paya sahip olan Kayılar hem Büyük Selçuklu Devleti sonrası İran coğrafyasında başsız kalmış olan Türkmenlerin bağlılığını kazandı hem de büyük bir nüfuz kazanarak bölgedeki Türk kitlelerin liderliğini üstlendi.

Kayılar bu tarihte yaklaşık 20.000 çadırlık kalabalık bir oymaktı. Bölgedeki Türkmenler ve Tatarlar ise 50.000 çadırdan oluşan çok daha kalabalık bir nüfusa sahipti. Kendilerinden sayıca az olmalarına rağmen Kayı beyi Süleyman Şah’ın giriştiği savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar ve Kayıların elde ettiği başarılar Türkmen ve Tatarları etkiledi. 

Yeni ve güçlü bir lider arayan bu Türk kitleleri Süleyman Şah’a biat ederek Kayı boyuna katıldılar. Kayılar artık 70.000 çadırdan oluşan muazzam bir güç unsuru haline gelmişlerdi. 70 bin çadırlık bir nüfus yaklaşık 50.000 kişilik bir savaşçı ordusu anlamına geliyordu. 

Oymağın savunması için vazifelendirilen askerler düşünüldüğünde ise en az 30.000 askerlik bir sefer gücü söz konusu oluyordu ki; bu rakam büyük bir savaşın kaderini belirleyebilecek bir muharip unsur olmaları için fazlasıyla yeterlidir.


Kayılar devletsiz ve töresiz kalmış, hem Moğollar hem de Abbasiler tarafından hedef haline gelmiş İran coğrafyasında varlıklarını devam ettirmek yerine Gaza etmek ve Anadolu’da kurulmuş ve giderek güçlenmekte olan Anadolu Selçuklu Devleti’ne yakın olabilmek maksadıyla Anadolu’ya göç etmeye karar verdiler. Anadolu göçlerindeki ilk durakları Ahlat oldu (1191). Burada çok kısa süre kalan Kayılar, ardından önce Erzurum’a sonra ise Erzincan’a yerleştiler. 

Ahlat, Erzurum, Erzincan hattı Anadolu Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar devleti arasında sınır hattı durumundaydı. Doğusunda Harzemşahlar Moğol akınlarına karşı koymaya, Batısında Anadolu Selçuklu Devleti Anadolu’daki hâkimiyetini güçlendirmeye ve Haçlı seferlerine karşı koymaya çalışıyordu. 

Kayılar ne Anadolu Selçuklularına ne de Harzemşahlara tabi olmadılar ve kendi kaderlerini kendileri tayin etme gayretine giriştiler. Yaklaşık 30 yıl boyunca Erzurum ve Erzincan’da yaylayıp kışladılar ancak geçirdikleri onca zamana rağmen umduğunu bulamayan Süleyman Şah, asıl vatanı olarak gördüğü Türkistan coğrafyasına geri dönmeye karar verdi. 

Genç ve kahraman bir bey olarak ayrıldığı Türkistan’a şimdi yaşlanmış, ömrünün son demlerini yaşayan bir bey olarak geri dönüyordu.

Kayılar, göçlerini vaktiyle Türkistan’dan göç ettikleri Tebriz - Ahlat istikameti üzerinden değil güneyden Fırat nehri ve Halep vilayeti güzergahından gerçekleştirdiler ve Halep vilayeti yakınlarında bulunan Caber kalesi yakınlarına kadar ilerlediler. 

Göç istikametleri gereği Fırat nehrini geçmek zorunda olan Kayılar, sığ gibi görünen bir boğazdan nehri geçmeye karar verdiler. Öncü birlikler nehri geçemeyince durumu Süleyman Şah’a bildirdiler. Süleyman Şah nehri kontrol etmek için atını nehre sürdü ancak at sendeleyince nehre düştü ve boğularak hayatını kaybetti. 

Süleyman Şah, sudan çıkartılarak Caber kalesi yakınlarında nehir kenarına defnedildi. Bu bölge sonradan Türk Mezarı olarak anılmıştır. Günümüzde Süleyman Şah türbesi olarak geçen anıt mezarın bu bölgede bulunması hasebiyle Kayı beyi Süleyman Şah’a ait olduğu düşünülmektedir.

Süleyman Şah’ın vefatı üzerine Kayı boyunun dirliği bozuldu. Yaklaşık 70.000 çadır büyüklüğünde olan Kayı boyu içerisindeki en kalabalık kitleyi Türkistan’da Süleyman Şah’a tabi olan Türkmen ve Tatarlar oluşturuyordu. Süleyman Şah’ın ölümü üzerine bu kitle Kayılardan ayrılarak Şam’a doğru göç ettiler. Günümüzde Şam Türkmenleri olarak varlıklarını devam ettiren topluluk Kayılardan ayrılan Türkmen-Tatar kitlelerin ardıllarıdırlar. 

Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra geriye kalan ve Kayı neslinden olanlar Süleyman Şah’ın 3 büyük oğluna uydular. Aslında Süleyman Şah’ın 4 oğlu vardı. Yetişkin olan oğulları Sungur Tigin, Gündoğdu bey, Ertuğrul Bey Kayı boyuna önderlik ettiler. En küçük kardeş olan Dündar ise henüz çocuk yaşta olduğu için ağabeylerine uymuştur.

Türkmen ve Tatarların ayrılmasından sonra Türkistan’a göç etmekten vaz geçen Kayılar, geldikleri güzergâhı izleyerek yine Fırat nehri üzerinden Erzurum’a geri döndüler. Pasin Ovasında bulunan Sürmeli Çukuru mevkiinde kışladılar. 

Ancak bu birliktelikte uzun sürmedi. Süleyman Şah’ın en büyük oğlu olan Sungur Tigin ve onun bir küçüğü olan Gündoğdu Bey, Süleyman Şah’ın ölümü üzerine yarım kalan Türkistan göçünü tamamlamaya karar verdiler. 

Ertuğrul bey ise Türkistan’a dönmek yerine Anadolu’da kalıp gaza etmenin daha doğru olacağını düşündü. Bunun üzerine Kayı boyunun büyük bir bölümü, tigin olması hasebiyle Süleyman Şah’ın en büyük oğlu Sungur Tigine ve onunla birlikte hareket eden Gündoğdu beye biat ederek Türkistan’a doğru göç ettiler. Ertuğrul beye ise yalnızca 400 çadır, kardeşi Dündar ve annesi Hayme Sultan biat ederek Erzurum’da kalmıştır.

Kayılar Türkmenlerin, Tatarların ve Sungur Tigin’e biat edenlerin ayrılmaları ile küçülerek 70.000 çadırlık bir oymaktan 400 çadırlık bir obaya dönüştü. Artık kendi kaderlerini tayin edebilecek kadar güçlü değillerdi. Kışlayabilmek için bir hükümdara tabi olmaları, Gaza edebilmek içinse bir orduya mensup olmaları gerekiyordu. Zira birkaç yüz kişilik bir askeri güçle ancak başıboş çetelerle ve yağmacılarla baş edebilirlerdi.

Ertuğrul Bey hem obasını muhafaza edebileceği güvenli bir yurt edinmek hem de Gaza edebilmek için küçük oğlu Saru Yatı’yı Anadolu Selçuklu Devleti hükümdarı Alaeddin Keykubat’a elçi olarak gönderdi. Alaeddin Keykubat, Ertuğrul Beyin talebine müspet yanıt vererek Kayılara Söğüt vilayetini kışlak, Domaniç ve Ermenibeli dağlarını yaylak olarak tahsis etti. Kayılar artık Selçuklu Devletinin tebaası olarak yaşayacaklar, Selçuklu ordusu ile gaza edecekler ve Batı Anadolu’nun bereketli topraklarında hayatlarını devam ettireceklerdi. 

Kayılar önce Ankara’ya oradan Söğüt’e geçtiler. Söğüt bu tarihten sonra Kayıların kadim Yurtları haline geldi. Ertuğrul bey, Gazi unvanını aldı ve ömrünün sonuna dek Söğütte yaşadı. Savaşsız, uzun ve müreffeh bir ömrün ardından 1281 yılında, 90 yaşında vefat etti. Büyük Oğlu Osman bey tarafından inşa edilen türbesi Söğüt (Bilecik) ilçesinde bulunmaktadır.

Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra Kayıların başına büyük oğlu Osman Bey geçti.

Ankara'nın Tarihi

Ankara ve çevresinin milyonlarca yıl önceki flora ve faunası, bitki ve hayvan fosil kalıntıları Tabiat Tarihi Müzesi ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi/Ankara Bölümünde sergilenmektedir.

Tabiat Tarihi Müzesi'nde sergilenen, Ankara/Koserelik'te bulunmuş 193 milyon yıl yaşındaki dev bir Ammonoid (Mürekkep Balığı'nın atası) fosili ve Ankara/Beşkonak'taki balık fosili Ankara ve çevresinin uzun yıllar önce bir deniz olduğunu göstermektedir. Kazan İlçesi Güvenç mevkiinde bulduğumuz denize ait midye benzeri ve deniz yıldızlan gibi organizmalar da bu durumu desteklemektedir.

Anadolu'daki insan karakterli ilk fosil primat kalıntıları Fikret Ozansoy tarafından Ankara'da bulunmuş ve Ankara Pithecus Metai Ozansoy adı verilmiştir.
Ankara ve çevresi tarih öncesi çağlardan itibaren sürekli olarak yerleşim görmüştür. Ankara'nın bilinen tarihi Paleolitik Çağa kadar uzanmaktadır. Bu döneme ait çeşitli eserlere Gâvurkale, Ergazi, Lodumlu ve Maltepe'de rastlanmıştır.

Keçiören/Solfasol, Çubuk Çayı yakınındaki Eti Yokuşu, Bağlum, Ayaş-Güdül yakınındaki Karalar ve Tuz Gölü'nün kuzey ve doğu kıyılarında Alt Paleolitik dönem eserleri bulunmuştur. Mezolitik Çağa ait eserler ise Macunköy'de ele geçirilmiştir.

Ankara Kalesi'nde yapılan çalışmalarda. Neolitik Çağa ait bir taş baka parçası bulunmuştur.

Ahlatlıbel ile Koçumbeli'de Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağına ait bulunan küçük saray kalıntıları ise buralarda küçük prensliklerin olduğunu kanıtlamaktadır.
Ankara çevresindeki vadilerde Tunç Çağına ait bir ya da birkaç höyük bulunmuştur. Sincan, Atatürk Orman Çiftliği çevresi, Karaoğlan, Yalıncak, Karayavşan, Bitik ve Polatlı/Karahöyük bunlar arasında sayılabilir. Bu dönemde yerleşik yaşamın başladığı, hayvanların evcilleştirildiği ve tarımın yapıldığı bilinmektedir.

Kent merkezindeki ilk yerleşmenin Ankara Kalesi'nin bulunduğu bölge olduğu tahmin edilmektedir. İlk Çağ kentleri için zorunlu olan üç koşul Ankara'da mevcuttu. Güvenlik açısından ulaşılması zor olan sarp kayalıklı tepe, gıda gereksinimi için Çubuk Ovası ve su için de Hatip Çayı. Hİtitlerin Ankara'yı askeri bir garnizon olarak kullandıkları sanılmaktadır. 

Her ne kadar kent merkezinde Hititlere ait hiçbir kalıntı elde edilememişse de Mürted Ovasının yakınındaki M.O. 2000'e tarihlendiriİen Bitik'te erken Hitit dönemine ait bir bitik vazosu ele geçirilmiştir. Haymana yakınlarındaki Gâvurkale'de ise Hititlere ait dinsel alan kabartmaları bulunmuştur. Aynca Karaoğlan, Ayaş/Asarcık-Tekke, Polatlı/Karahöyük-Yassıhöyük, Etimesgut, Sincan, Mogan/Hacılar, Haymana/Külhöyük ve Çubuk/Aktepe-Karadana'da Hitit kalıntılarına rastlanmıştır.

Hitit İmparatorluğu"nun tarihe karışmasından sonra kent ve çevresi M.Ö. 8-7. yüzyıllarda Frig egemenliğine girer. Ankara'daki ilk önemli yerleşme Frigler döneminde olur. Bu dönemin izlerine Augustus Tapınağı'nın duvarlarında rastlanır. Friglerin ana tanrıçası Kibele'nin oturduğu tepenin bugünkü Hacı Bayram Camii ve çevresi olduğu yapılan kazılarda bulunan Frig kalıntıları ile gösterilmiştir. 

Geç Hitit ve Frig kabartmaları Atatürk Orman Çiftliği/tren istasyonu, Bahçelievler, Gölbaşı ve Etimesgut'ta ele geçirilmiştir. Ayrıca Atatürk Orman Çiftliği, Anıtkabir ve Bahçelievler arasında Frig nekropolünü oluşturan birçok tümülüs bulunmuştur. Bulunan bu eserler Anadolu Medeniyetler Müzesi ile ODTÜ Müzesi'nde sergilenmektedir. 

Bunun yanında Ulus kazısı, Karaoğlan, Hacılar, Bitik, Sincan höyüklerinde, Sincan/Tatlar, Ayaş/Gökler, Beypazarı/Boyalı-Fasılkaya ve Güdül/Kirmir Çayı Vadisi'nin kaya mağaralarında Frig eserleri görülmüştür. Bu döneme ait en fazla eser Gordion'dadır.

MÖ. 696/695 yıllarında İran'dan gelen Kimmerlerin Frigya'yı istilası ile Frig Krallığı yıkılır. Kimmerlerin geri çekilmesi ile bölgede Lidyahlar egemenlik kurarlar.

Lidyalılar M.Ö. 547' ye kadar hüküm sür­müşlerdir. Bu dönem kent. Kral Yolu üzerinde ol­ması nedeniyle ticari ve askeri bir merkez konu­muna girmiştir. Ankara doğudaki Perslerle ve batıdaki site devletleri arasında Önemli bir pazar ye­ri olmuştur. Lidya Kralı Krezüs'ün M.Ö. 547' de Pers Kralı Kyros'a yenilmesiyle kent Pers ege­menliğine geçer. 

Yaklaşık 200 yıllık Pers döne­minde Ankara önemli bir ticaret merkezi olma konumunu korur. Anadolu, Pers yönetiminde bir­çok satraplığa(valilik) bölünmüş ve Ankara, Daskyleion Satraplığı'nda yer alrmştır. Persler Anadolu'da çok önemli yol ağlan inşa etmişlerdir ve en önemlisi Kral Dareios Fin kurduğu Kral Yolu'dur. 

Daha sonra Makedonya Kralı Büyük iskender Anadolu'yu Helen dünyasına açmak için doğu seferine çıkarak M.Ö. 333 yılında Persleri tüm Anadolu'dan çıkarır. İskender Kral Yo­lunu Tuz Gölü civarına kaydırdığı için Ankara bir süre ticari yönden önemsiz konuma düşer. 

Ankyra adı yazılı kaynaklarda ilk kez Büyük isken­der'in Asya seferinde geçer. Büyük iskender Gordion'da ünlü düğümü keser ve daha sonra bir süre Ankara'da kalır. Onun M.Ö. 323 yılında Babil'de ölümü üzerine imparatorluk satraplıklara bölünürek, Ankara ve çevresi Antigonos'un payı­na düşer. 

Bölge, M.Ö. 301' deki Ipsos savaşında Antigonos'un ölümünden sonra, önce komutan ve satrap Lysimakhos' un ve daha sonrada M.Ö.281'de Lidya'da Korupedion savaşında Lysimakhos'u yenen I.Selevkos'un eline geçer, M.Ö. 278-189 yıllan arası Galatlann egemen­liğine girer. 

Galatlar Avrupa'da Kelt olarak bilinen Kuzey Avrupa'dan Akdeniz'e kadar uzanan ge­niş, istilacı ve yıkıcı bir kavimdir. 20.000 kişiyle hep doğudan batıya doğru bilinen göçlerin tersine batıdan doğuya gelerek Sakarya ve Kızılırmak arasında daha sonra Galatya adı verilen bölgeye yerleştiler. 

Galatlann üç kolundan biri olan Tektosag'lar Ankara'ya gelerek kendilerine başkent yaptılar. Diğer İki kol Pessinus (Sivrihisar/Ballıhisar) ve Tavium (Yozgat/Büyüknefes)'a yerleştiler. Ankara'nın belgelere dayalı düzeni Galatlarla baş­lar. Ankara'nın bu aralar çok geliştiği bilinmekte­dir.

Sivrihisar yolundaki Karalar (Asarkaya), Bağlum/Hisartepe, Sincan- Yenikent/Yeni Kayı-Akçaören-Esenler, Ayaş/Tiske- Canılh-Karalar, Polatlı/Basrikale-Hisarlıkaya ve Beypazan/Tabanoğlu-Dikmenkale'de Galatlara ait kale kalıntı­ları bulunmuştur.

Galatlar Romalılara karşı düşmanca tutuma girince M.Ö. 189'da Romalı General Vulso onları yapılan savaşta yendi ve yapılan barış anlaşma­sıyla Ankara'yı tekrar Galatlara bıraktı. M.Ö. 168' de Bergama(Pergamon) Krallığı Ankara'yı istila etti. Romalılar tekrar harekete geçince geri çekildiler. Daha sonra Pontus Krallığı istila etti. Bunun üzerine yapılan savaşta Romalılar Pontuslan yendi.

Tüm bu karışıklıklardan sonra Roma İmpara­toru Augustus M.Ö. 25' de Galatya'yı Roma'ya bağladı.

Ankara'run en parlak dönemi Roma împaratorluğu'nda Galatya eyaletinin başkenti olmasıy­la başlar. Metropolis yani Anakent unvanı alır. Doğu Roma'nın merkezi İstanbul, Ankara ise dinlenme kenti olmuştur. Kent askeri açıdan stra­tejik bir öneme sahipti. 

600 yıl bölgeye hakim olurlar, ilk yıllarda kentin yönetimini Galat prenslerine bıraktılar. Kent Roma döneminde bir Çok yapılarla donatıldı ve diğer Roma kentlerinde olduğu gibi 12 semte (fiile) bölündü, içişlerinde bağımsız ve demokratik olarak, halk tarafından seçilen meclislerle yönetildi. 

Bu dönemde kentin alt yapısı tamamlanmış ve Elmadağ'dan taş boru­larla su getirilmiştir. Tahıl üretimi, dokumacılık ve hayvancılık alanında büyük gelişmeler sağlan­mıştır. MS. 3. yüzyılın başında imparator Caracalla kale duvarlarını onartmıştır. 4. yüzyılın or­talarına doğru Hıristiyanlığın yayılmasıyla kent, dini bir merkez olup 314 ve 358' de Saint Synode adıyla kurulan Hıristiyanlık Meclisinin önem­li dini kararları almasında rol oynamıştır.

M.S. 3. yüzyılda Penslerin ve Gotların Anado­lu'ya akınları sonucunda Roma İmparatorluğu es­ki gücünü yitirdi. Kentteki yapıların çoğu tahrip oldu ve kıtlık ortaya çıktı, imparatorlukta oluşan sosyal ve ekonomik çöküntü kentin çevresinin surlarla çevrilmesine neden olmuştur. M.S. 395'te İmparatorluk ikiye ayrılınca doğuda Bi­zans egemenliği başlamıştır.

Bizans döneminde Ankara askeri ve ekono­mik açıdan yine önemini korudu. Dokumacılık ve ticaret gelişti. M.S. 622'de Sasanilerin daha son­raları da Arapların saldırılarına uğradı. M.S. 806'da Harun-el-Reşit ve 839'da El-Mutasin'in yağmalarına maruz kaldı. Bu kısa süreli ele geçiş­lerden sonra Bizanslılar tekrar duruma hakim ol­dular. 11.yüzyıla kadar bir barış dönemi oldu ve ticaret daha da gelişti.

11.yüzyılın ilk yarısındaki veba salgını, dep­rem ve kıtlık kentten göçlerin olmasına neden ol­muştur.

1071 yılında Selçuklu Sultanı Alpaslan Malaz­girt'te Bizans imparatoru R.Diogenes'i yendi. An­kara 1073 yılında ilk kez Türkler tarafından alındıysa da bu egemenlik (asa sürdü. Bizanslılar, Danişmentliler ve Selçuklular arasında kent birkaç kez el değiştirdi. 

1101'de Haçlılar sırasında Bi­zanslılar, 1127'de Danişment Beyi Emir Gazi ve daha sonra oğlu Mehmet Gazi ve son olarak da 1143'de Selçuklu Sultanı I.Mesut tarafından ele geçirildi. 1155'de I.Mesut'un Ölümü üzerine oğlu Şahinşah başa geçtiyse de kardeşi U. Kılıçarslan'a 1169 yılında yenildi. Sonuçta II.Kılıçarslan Ana­dolu'da Selçuklu Devleti'nin birliğini sağladı.

Selçuklular döneminde özellikle 1219-1237 yıllan arasında Alaaddin Keykubat'm hükümdar­lığı sırasında Ankara parlak günler yaşamıştır. Kent askeri ve ekonomik yönden yeniden canlan­dı. Kale'yi onarttılar ve günümüze kadar gelen birçok Önemli eserler bıraktılar.

II. Kjlıçarslan ülkesini Ölmeden önce oğulla­rı arasında paylaştırdı. Muhiddin Mesut'un payı­na Ankara düştü. 1192'de babalan Ölünce To­kat'ta bulunan kardeş Rükneddin Süleyman yak­laşık 3 yıl Ankara Kalesi'ni kuşattıktan sonra 1204'de Kale'yi ele geçirdi. Oğullan île birlikte Muhiddin Mesut'u öldürdü. 

Beş gün sonrada kendisi öldü. Daha sonra sırasıyla III.Kılıçarslan ve Gıyaseddin Keyhüsrev'in idaresine girdi. Keyhüsrev öldükten sonra Alaaddin Keykubat 1210 yılında Ankara'ya geldi ve kardeşi Izzeddin Keykavuş'un ölümü üzerine 1219 yılında sultan oldu.

13. yüzyıldan itibaren Moğolların ve ilhanlı­ların saldırılan sonucu tüm Selçuklu kentlerinde olduğu gibi Ankara da çok zarar gördü.

1243'de Selçuklular Kösedağ Savaşı'nda Moğollara yenildi. II.Gıyaseddin Keyhüsrev An­kara Kalesi'ne sığınmak zorunda kaldı. Anado­lu'da Selçukluların güç kaybı devam etti. Selçuk­lular, ilhanlılar, İlhanlı valilerinden Eratnaoğulları ve Ahiler arasında kentte devamlı yönetim de­ğişiklikleri oldu. 1304'de Ankara Moğolların İdaresine girdi ve Ahi Beyleri Moğolların deneti­minde idareyi ele aldılar.

Orta Asya'nın büyük kentlerindeki esnaf ve zanaatkarlar Moğollardan kaçarak Anadolu'ya, özellikle de Ankara'ya gelmişlerdir.

Ahiler döneminde ticaret gelişti. Sofçuluk ve dericilik kente özgü olarak önem kazandı. Esnaf teşkilatı olan Ahilik bu dönemde kurumlaşmıştır.

1308-1341 yıllan arasıda ilhanlılar yönetimi ele almış ve tayin ettikleri valilerle yönetmişler­dir. Sivas Valisi Alaeddin Eratna I342'de Eratnalılar Devletini kurmuş ve Ankara bir dönem de onun belirlediği valilerle idare edilmiştir.

1354 yılında Orhan Gazi zamanında Süley­man Paşa tarafından Ankara Ahilerden savaşsız bir şekilde alınarak Osmanlı Devleti'ne bağlan­mıştır.

1402 yılında Anadolu'yu istila eden Timurlenk, Yıldırım Sultan Beyazıd'ı Çubuk Ovası'ndaki Ankara Savaşı'nda yendi. Daha sonra Beyazıd'ın ölümü ve Tİmurlenk'in çekilmesi üzerine bir süre karışıklıklar yaşandı. Bu duruma 141 [ yıhnda Çelebi Mehmet Ankara'yı alarak son verdi. 

Bundan sonra Ankara Osmanlılar için hem askeri açıdan hem de sofçuluk, kunduracılık debbağlık ve bağcılık gibi ticari açıdan Önemli oldu. 16.yüzyılda Kanuni devrinde eyalet sistemi kurulurken bir süre Anadolu eyaletinin merkezi oldu. Daha sonra eyalet merkezi Kütahya'ya nak­ledilince 1413'de sancak merkezi haline geldi. Bu arada şehrin nüfusu ve mahalle sayısı arttı. 1555 yılında Demschwam kent krokisini çizdi.

1558 yılında Şehzade Beyazıt isyanı ve 17.yüzyılın başında çıkan Celali isyanları kente büyük zarar verdi. 1623' de Abaza Mehmet Paşa, 1651' de Abaza Hasan Paşa ve 1652' de İbiş Paşa'nın saldırısına uğrayan kentimiz huzuru Köprülüler devrinde buldu. Daha sonraları da 1832-1833 yıllan arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın ordulan kente egemen oldular.

1836' da II. Mahmut döneminde tekrar eyalet merkezi oldu. 1848-1850 ve 1855-1859 yıllan arasında Bozok eyalet olunca Ankara Sancağı buraya bağlanmış, nihayet 1860'dan sonra yeniden eyalet merkezi olmuştur.
19.yüzyılın ortalarından İtibaren Güney Af­rika ve Kaliforniya'da tiftik keçisi yetiştirilmesi ve dokumacılıkta makineleşmenin başlaması sof ticaretine darbe vurmuştur.

1815 yılında büyük bir veba salgım ve 1847 yılında ise büyük bir kıtlık baş göstermiştir.

1839'da ilk defa Prusyalı subay Freih Von Wincke kentin detaylı bir planını hazırlamış ve 1869'da ilk matbaa açılmıştır. 1892'de demiryol­ları kente ulaşmış ve 1917 yılında çıkan büyük yangın bir çok mahallenin yanmasına neden ol­muştur.

Kentte arka arkaya oluşan bu olumsuzluklar 27 Aralık 1919 yılında Mustafa Kemal'in An­kara'ya gelmesiyle noktalanmıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı. 13 Ekim 1923' de Ankara başkent ilan edildi ve 29 Ekim 1923'de de Türkiye Cum­huriyeti kuruldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında An­kara bozkırın ortasında çorak, balcımsız, sıtmalı bir kasaba görünüşlü kentti. Yaklaşık nüfusu 30. 000 dolaylanndaydı. Ankara aradan geçen 80 yıl sonrasında hızla gelişerek modem ve çağdaş bir kent olmuştur.

Alaaddin Keykubat

Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâaddin Keykubat, muhtemelen 1190’da doğdu. Babası I. Gıyâseddin Keyhusrev, 1196’da tahtı kardeşi Rükneddin Süleyman’a bırakmak mecburiyetinde kalıp gurbet hayatına çıktığında I. Alâaddin Keykubat ağabeyi Keykâvus’la birlikte babasının yanında bulundu. 

I. Gıyâseddin Keyhusrev, 1205 yılında yeniden Selçuklu tahtına geçince Keykubat’ı Tokat’a melik tayin etti. Meliklik döneminde bastırdığı paralarda “el-Melikü’l-mansûr Alâüddevle ve’d-dîn Nâsıru emîri’l-mü’minîn” unvan ve lakabını kullandı.

AĞABEYİNE İSYAN ETTİ
Babasının Alaşehir savaşında ölümü üzerine 1211’de ağabeyi İzzeddin Keykâvus en büyük oğul olduğu için devlet erkânı tarafından Kayseri’de sultan ilân edilince Keykubat ağabeyinin hükümdarlığını kabul etmeyip ittifakına aldığı Ermeni Kralı Leon ve Erzurum meliki olan amcası Mugīsüddin Tuğrul Şah ile birlikte Kayseri’yi muhasara etti. 

Ancak sonuç alamayıp Ankara Kalesi’ne çekildi, erzak stoku tükenince kendisine ve Ankara halkına zarar verilmemesi şartıyla teslim oldu ve 1212’de hapse atıldı. İzzeddin Keykâvus kardeşini öldürmek istediyse de hocası Mecdüddin İshak buna engel oldu. 

Keykubat, İzzeddin Keykâvus’un vefatı üzerine hapisten çıkarılıp 1220’de Sivas’ta hükümdar ilân edildi. Daha sonra muhteşem törenlerle Konya’da yeniden tahta oturdu. Halife Nâsır-Lidînillâh Şehâbeddin es-Sühreverdî ile menşur, hil‘at, çetr ve diğer saltanat alâmetlerini göndererek hükümdarlığını tasdik etti.

SULTAN ALAADDİN’İN İLK İCRAATI
Keykubat’ın ilk icraatı Eyyûbîler’le bozulmuş olan münasebetleri düzeltmek oldu; daha sonra Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Âdil’in kızı ile evlenerek dostluğunu kuvvetlendirdi. Yaklaşmakta olan Moğol istilâsına karşı tedbir olarak Konya, Sivas ve Kayseri’yi sağlam surlarla çevirtti. 

1222’de Alâiye’yi (Alanya) fethetti. Türk denizciliğinin ilk döneminde önemli bir yeri olan Alâiye’de bir tersane inşa ettirdi. Şehri sultana teslim eden Kyr Vart’ın kızı ile evlendi. Ertesi yıl sadakatinden şüphe ettiği Beylerbeyi Seyfeddin Ayaba, Mübârizüddin Behram Şah, Niğde subaşısı Zeynüddin Başara ve daha önce Malatya subaşısı olan Bahâeddin Kutluca gibi değerli emîrleri öldürttü. 

Sultanın bu emîrleri ortadan kaldırması devleti zayıflatmış, bu durum, Selçuklu ordusunun 1243 yılında Kösedağ’da ağır bir bozguna uğramasına sebep olmuştur. Keykubat bir ara onlara mensup olan bazı emîrleri de sürgüne gönderdiyse de daha sonra affetti.

KIRIMLILARA KUCAK AÇTI
Moğollar’ın 1223 yılında Kırım sahillerindeki Suğdak’a hücumları üzerine halkın çoğu şehirden ayrılmıştı. Bunlardan bir kısmı gemilerle Karadeniz kıyısındaki limanlara gelip Selçuklu Devleti’ne sığındı. Trabzon Rumları’nın Suğdak Limanı’nı elde etmeye çalıştıklarını haber alan Keykubat oradan gelen tâcirlerin teşvikiyle Suğdak’a bir ordu gönderdi. Kastamonu Beyi Hüsâmeddin Çoban kumandasındaki Selçuklu donanması 1224’te Suğdak şehrini fethetti.

ERMENİLERİ VERGİYE BAĞLADI
Keykubat, 1225 yılında tüccarların Franklar ve Ermeniler’den şikâyetçi olması üzerine Ermeniler’le Haçlılar’a savaş açtı. Mübârizüddin Çavlı ve Emîr Komnenos kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri Mut ve Silifke yörelerini kolaylıkla fethetti. Alâiye’den ilerleyen Antalya subaşısı Mübârizüddin Ertokuş da Mâmûriye (Anamur), Gülnar ve diğer bazı kaleleri aldı. 

Her iki yönden yapılan taarruzlara dayanamayan Kıbrıs Frankları Kıbrıs’a kaçtılar. Göksun-Elbistan yöresinden hareket eden bir Selçuklu kuvveti de Ermeni Krallığı’nın topraklarına girerek Çinçin Kalesi’ni ele geçirdi. Ermeni Kralı Hetum, Keykubat’a elçi göndererek barış isteyince sultan kralın teklifini 1225’te kabul etti. İmzalanan antlaşmaya göre fethedilen Ermenek, Mut, Gülnar, Anamur ve muhtemelen Silifke yöreleri Selçuklu ülkesine katıldı. Ayrıca Ermeni kralı her yıl sultana 40 bin altın ödeyecek ve sultan istediği zaman 1000 atlı ile 500 çarkçı gönderecekti.

EYYUBİLER İLE AKRABALIK KURDU
1226’da Mübârizüddin Çavlı ve Esedüddin Ayaz kumandasındaki Selçuklu ordusu, Malatya yöresindeki Kâhta ve Hısnımansûr (Adıyaman) kaleleriyle Harput yöresindeki Çemişkezek Kalesi’ni Artuk Hükümdarı Melik Mesud’dan aldı. Mesud, zengin hediyeler göndererek bir daha tâbilikten ayrılmayacağını bildirince sultan onu affetti. Eyyûbîler’le ilişkilerini iyileştirmek isteyen Alâaddin Keykubat, ertesi yıl Malatya’da yapılan bir düğünle Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref’in kız kardeşiyle evlendi.

MENGÜCEK BEYLİĞİ’Nİ ORTADAN KALDIRDI
Keykubat, 1228’de tâbilikten ayrılıp bağımsızlık isteyen Mengücükoğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdı. Divriği hariç bütün Mengücüklü ülkesini Selçuklu topraklarına kattı. Daha sonra amcası Mugīsüddin Tuğrul Şah’ın oğlu Cihan Şah’ın elinden Erzurum’u almak için harekete geçti. 

Cihan Şah, Keykubat’ın, üzerine yürüyeceğini düşünerek Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Eşref’i metbû tanımıştı. el-Melikü’l-Eşref iyi donatılmış bir askerî birlik gönderince Eyyûbîler’le bozuşmak istemeyen sultan geri dönmek zorunda kaldı. Oğlu II. Gıyâseddin Keyhusrev’i Mengücük iline melik olarak gönderdi; Antalya subaşısı Mübârizüddin Ertokuş’u da ona atabeg tayin etti.

OĞLU KEYHÜSREV ESİR DÜŞTÜ
Sultan Keykubat Erzincan’da iken Trabzon Rumları’nın Selçuklular’ın elinde bulunan Karadeniz kıyılarını yağmaladıkları haberini aldı. Sultan, oğlu II. Gıyâseddin Keyhusrev kumandasındaki bir orduyu Trabzon’un fethine gönderdi. Mübârizüddin Ertokuş kumandasındaki Selçuklu ordusu Trabzon’u kuşattı. Fakat günlerce yağan yağmur ve şiddetli rüzgâr Selçuklu ordusunun dağılmasına sebep oldu. Keyhusrev, Rumlar tarafından esir alındı. İmparator Andronikos kendisine saygılı davrandı ve onu fazla bekletmeden 1228’de babasına gönderdi.

YASSI ÇİMEN SAVAŞINI KAZANDI
Ahlat’ı kuşatan Celâleddin Hârizmşah’ın kendi üzerine yürüyeceğini haber alan Keykubat, Ermeni kralından ve Haçlılar’dan yardım istedi, Eyyûbîler’e de yardıma gelmeleri için beş defa elçi gönderdi. Sonunda el-Melikü’l-Eşref 10 bin kişilik bir orduyla Sivas’a gelerek Keykubat ile buluştu. 

Keykubat ve el-Melikü’l-Eşref, Celâleddin Hârizmşah’ı Erzincan ile Suşehri arasındaki Yassı Çimen’de karşıladılar. Savaş Celâleddin’in 1230’da yenilgisiyle sonuçlandı.

Celâleddin Hârizmşah’ın ortadan kalkması Selçuklular’ı Moğollar’la karşı karşıya getirdi. 1232 yılında bir Moğol birliği yağmalar yaparak Sivas yakınlarına kadar geldi. Bu akının Gürcü Kraliçesi Rasudan’ın tahrikiyle yapıldığı kanaatine varılarak Erzurum subaşısı Mübârizüddin Çavlı ile birlikte Gürcü topraklarına girilip bazı kaleleri zaptedildikten sonra barış yapıldı. 

Rasudan’ın kızı ile sultanın oğlu Keyhusrev’in evlendirilmesine karar verildi. Keykubat, Moğollar’ın çok daha kalabalık bir orduyla Selçuklu ülkesine akında bulunmaları ihtimaline karşı 1233’te Moğol hanına değerli hediyelerle bir elçi gönderdi ve istilâya engel olmaya çalıştı. Ancak Ögedey Han gönderdiği yarlıkta sultandan kendilerine tâbi olmasını istedi.

KUBBET’ÜL İSLAM, BELDET’ÜL TÜRK: AHLAT
Birbirini takip eden Moğol akınları yüzünden Eyyûbîler Ahlat bölgesini terkedince bölgede dirlik düzenlik kalmadı, birçok şehir harap ve metrûk hale düştü. Sultan Keykubat, kendisine çok güvendiği Kemâleddin Kâmyâr’ı bu bölgeye göndererek ondan bölge ile komşu yöreleri Selçuklu idaresi altına alıp düzenliği sağlamasını istedi. Kâmyâr verilen görevi başarıyla yerine getirdi. Kaleler onarılıp içlerine muhafızlar konuldu. Ahlat büyük bir subaşılığın merkezi oldu. Emîr Sinâneddin Kaymaz Ahlat subaşılığına tayin edildi. Keykubat, Ahlat bölgesinde yaşayan 4000 Hârizmli’nin devlet hizmetine alınmasını emretti.

ANADOLU’NUN FATİHİ
Keykubat’ın Ahlat bölgesini imar ederek oraya sahip çıkması üzerine Eyyûbîler bölgenin gasbedildiğini iddia etmeye başladılar. Mısır Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil, Anadolu’yu zaptedip aralarında paylaştıracağı vaadiyle diğer Eyyûbî meliklerini de hizmetine alıp kalabalık bir askerle 1234’te Anadolu’ya yürüdü. Yapılan savaşta yenilen Eyyûbîler yiyecek sıkıntısının başlaması üzerine geri döndüler. Aynı yıl Harput, ertesi yıl da Siverek, Urfa, Harran ve Rakka Selçuklu hâkimiyetine girdi. 1237’de Sultan Alâaddin Keykubat bütün ordusunu Kayseri’de topladı; amacı Eyyûbîler’i Güneydoğu’dan tamamıyla çıkarmaktı. Büyük oğlu Keyhusrev’i eskisi gibi Erzincan meliki olarak bıraktı. Emîrleri biat ettirerek Eyyûbî prensesinden doğan küçük oğlu İzzeddin Kılıcarslan’ın veliahtlığını ikinci defa ilân etti.

ZEHİRLENEREK ŞEHİT OLDU
Aynı yıl Ramazan bayramında elçilere verdiği bir ziyafette yediği av etinden zehirlenerek ertesi gün 31 Mayıs 1237’de öldü. Naaşı Konya’ya götürülüp kendi adını taşıyan yerdeki (Alâaddin tepesi) aile mezarlığına gömüldü. Oğlu Keyhusrev tarafından zehirlendiği ileri sürülürse de bu doğru değildir; çünkü o günlerde II. Gıyâseddin Keyhusrev muhtemelen Erzincan’da bulunuyordu.

ANADOLU SELÇUKLU’NUN EN GÜÇLÜ DÖNEMİ
Alâaddin Keykubat âdil, ciddi ve otoriter bir hükümdardı. Devlet işlerini bizzat yakından takip eder, görevini ihmal edenlere müsamaha göstermezdi. Onun zamanı Selçuklular’ın en güçlü dönemidir. Keykubat, doğuda Fırat’a kadar bile gitmeyen ülkesinin sınırlarını Aras boylarına ve Van gölüne kadar ulaştırdı. 

Yine onun devrinde Akdeniz ve Karadeniz’de donanma meydana getirildi. Karadeniz donanması sayesinde Kırım’daki Suğdak şehri Selçuklu idaresine bağlandı.

Vefatı esnasında Selçuklular Ortadoğu’nun en kuvvetli ve en büyük devleti idi. Çukurova’daki Ermeni kralı, Trabzon Rum imparatoru, Halep Eyyûbî meliki ve Mardin Artuklu meliki Keykubat’ı metbû tanıyordu. Hatta İznik Rum Devleti’nin de onun tâbileri arasında yer aldığı söylenir. Para ve kitâbelerinde “es-sultânü’l-a‘zam” unvanı ile anılır. 

Abbâsî halifesi de gönderdiği yazılarda ona aynı unvanla hitap etmiştir. İbnü’l-İbrî, Keykubat’ın çok akıllı, siyasî zekâsı yüksek, ahlâklı ve namuslu bir hükümdar olduğunu kaydettikten sonra devletinin gücünü arttırdığını, şanını yücelttiğini, ülkesini genişlettiğini, birçok hükümdarın kendisine tâbi olduğunu, âlemin onun önünde eğildiğini ve bundan dolayı kendisine “dünyanın sultanı” denildiğini kaydeder.

SULTANIN YAPTIRDIĞI ESERLER
Beyşehir gölü üzerinde yaptırdığı Kubadâbâd Külliyesi saray, misafirhane, kışla, cami ve diğer binalardan oluşur. Sarayın duvarlarını süsleyen çiniler ve üzerindeki minyatürler Selçuklu sanatının en güzel örnekleri arasında yer alır. Sultan ayrıca Kayseri’de şehrin 5 km. batısında Keykubâdiyye Sarayı’nı inşa ettirmiş, Konya’da da kendi adını taşıyan görkemli bir saray yaptırmıştır. 

Selçuklu hükümdarları, kervanların güven içinde ve rahatça seyahat etmeleri için kırsal yerlerde kervansaraylar kurmuşlardır. Keykubat da biri Konya-Aksaray, diğeri Kayseri-Sivas arasında Sultan Hanı adıyla meşhur olan iki muhteşem kervansaray inşa ettirmiştir. Alâiye-Antalya yolu üzerinde Şerefşah, Konya-Antalya arasındaki Alara Hanı, Konya’da Dârüşşifâ-i Alâiyye adlı bir hastahane yine onun tarafından yaptırılmıştır. Anadolu’nun bazı şehirlerinde kendi adıyla anılan camiler bulunmaktadır.

ALİMLERİ HİMAYE ETTİ
Alâaddin Keykubat âlimlere çok değer verir, onları himaye ederdi. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Abdüllatîf el-Bağdâdî, Necmeddîn-i Dâye, Kāniî-i Tûsî, Sultânülulemâ Bahâeddin Veled ve Ahî Evran gibi âlim, mutasavvıf, edip ve şairler onun zamanında Anadolu’ya gelmiş, ilgi ve itibar görmüştür. Tarihe yakın ilgi duyduğu, Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’sini, Gazzâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet’ini ve Keykâvus b. İskender’in Ķābûsnâme’sini okuduğu kaydedilmektedir.
Not: Prof. Dr. Faruk Sümer’in I. Keykubad, DİA eserinden derlenmiştir.

Ahlat Tarihi

Ahlat Doğu Anadolu Bölgesinin, Yukarı Murat–Van Bölümü’nde, Süphan ve Nemrut dağları arasında bulunan plato üzerinde kurulmuş, Bitlis İli’ne bağlı, 34.000 nüfuslu bir ilçe merkezidir.
 

Asya’dan Anadolu’ya(Dolayısı ile Avrupa’ya)uzanan yolların üzerinde bulunması, Doğu Anadolu’ya göre ılıman iklimi, bereketli toprakları, bina yapımına elverişli yapı malzemesi olan Ahlat taşı ve su kaynakları ile tarihin her döneminde bölgedeki büyük güçlerin dikkatini çekmiştir. Bu nedenle tarihi süreç içindeki işgaller ve yağmalamalar, daima önemli yerleşim yeri olan Ahlat toprakları üzerinde kurulan ileri medeniyetlere ait tarihi eserlerin, her el değiştirmede tahrip olmasına neden olmuştur.

Tarihin uzunca bir dönemi ile birlikte özellikle Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerindeki en önemli tarihi tanığı olan ve sinesinde o döneme ait izleri 1000 yıldır büyük bir özenle koruyan Ahlat, her ne hikmetse unutulmuşluğa terk edildikçe direnmiş, ”Ben burada Anadolu Türk tarihinin en önemli tanığıyım.”mesajını tekrarlayıp durmuştur. Yüzlerce yıl sesini önemseyen çıkmamış, evin en sevgili çocuğu olması gerekirken sokağa, kendi haline terk edilmiştir.

Cumhuriyet Dönemi’nde Ahlat tarihi ile ilgili ilk ciddi eserin yazarı olan Abdurrahim Şerif Beygu: “ Hep tarihi olan bu milli mevcudiyet ve asarımızın bu kadar zengin hatırat ve menabiini sinesinde saklayan Anadolu’da diyebilirim ki pek az bir şehir Ahlat derecesine çıkabilir. “demektedir. Beygu yine aynı eserinde Türk Tarihi içinde hazineler değerinde olan bu asar ve mahkukatın şimdiye kadar Türk alemi irfanınca az tanınmış olmasına müteessir olmamak mümkün değildir.” diyerek Ahlat’ın tanıtılması konusunda bir tarihçi olarak kendi üzerine düşeni yapmış ve ‘Ahlat Kitabeleri’ adlı eseri ile yüzlerce yıl sonra Ahlat ile ilgili ilk eser bu şekilde Anadolu Türk tarihiyle ilgilenenlerin bilgisine sunulmuştur.

Ahlat’ta, Urartular ve Urartular’dan önceki dönem ile ilgili ciddi bir araştırma yapılmamıştır. Beygu; Urartuları Turan Kavminden Orarto yahut Lortho oarak tanımlar ve M.Ö. 900 yılında doğudan gelerek Ahlat’a hakim olduklarını yazar. Urartular Tuşba(Van) şehrini kendilerine başkent yapmışlardır. 

Ancak; Anadolu’da Urartular’ın hakimiyeti Asurlular’dan aldıklarını biliyoruz. Bu nedenle Ahlat’ta, Urartu öncesi Asur egemenliğinin bulunması gerekir.

Urartu Devleti Anadolu’daki hakimiyet mücadelesinde zayıf düşünce hakimiyeti altındaki yerlerin bir bölümü M.Ö. 6.yüzyıldan itibaren Medler’in eline geçer Ahlat’ta M.Ö. 6.yüz yıldan itibaren önce Med, sonra da Persler’in hakimiyeti altına geçer.

Persler ile Makedonya Kralı Büyük İskender arasındaki savaşı kazanan Büyük İskender Perslerin elinde bulunan Anadolu toprakları ile birlikte Ahlat’ı da hakimiyeti altına alır. 


M.Ö. 328’de İskender’in Babil Satrabı Slevkos’a bağlanan Ahlat, daha sonra Partların eline geçer. 395’te Büyük Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Ahlat Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans İmp.)hakimiyet sahasındaki topraklara katılır.

639 – 640 yılından itibaren bölgeyi Müslüman Arap İmparatorluğu denetimine almak isteyen Halife Hz. Ömer’in El- Cezire kumandanı İyaz Bin Ganem, komutanlarından Halit Bin Velid’i bu alana gönderir. Ahlat bu şekilde feth edilir. 

Abbasiler’in idaresi zayıflayınca Şehir tekrar Doğu Roma İmparatorluğu’nun eline geçti. 1040 yılından itibaren Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu sağlayan Selçuk Bey’in torunları Tuğrul Bey ve İbrahim Yınal, Azerbaycan ve havalisini ele geçirirken aynı kuvvetlerin devamı da Ahlat’ı ele geçirirler.
 

Doğu Roma ile İslam İmparatorluğu arasında zaman zaman el değiştiren Ahlat, bir arada Güney Doğu Anadolu’da bir beylik kurmuş olan Mervanilerin eline geçerse de 1061 yılından itibaren Asya’dan Anadolu’ya göç eden ve kendilerine yeni bir yurt edinmek isteyen Türkler tarafından ele geçirilir.
 

Anadolu’yu yurt edinmek isteyen bu Türk güçleri Ahlat’ta kurdukları garnizonuyla burayı üs ederek Anadolu’nun diğer yerlerine de akınlar yapmışlardır. Türklerin Anadolu içlerindeki bu ilerlemeleri Doğu Roma İmparatorluğu’nu rahatsız etmiş ve Anadolu’da hakimiyet mücadelesi içindeki bu iki büyük güç 1071’de savaşmışlardır.

Alp Arslan Halep’i feth edip Mısır Fatimileri üzerine yürürken Bizans’tan gelen elçi Ahlat, Erciş ve Menbiç şehirlerinin derhal teslimini istemiş. İsteği reddeden Alp Arslan Ahlat’ta bulunan Afşin Bey’den Bizans orduları hakkında bilgi istemiştir. 

Sultanın henüz gelmediğini sanan İmparator durumu öğrenmek için ermeni kumandanı Basil’i(Basileuks) gönderdi. Fakat Ahlat Garnizonu bu kuvvetleri esir ve katletmek sureti ile öyle bir yok eyledi ki; İmparatora haber verecek bir kimse kalmamıştı. 1071 yılında yapılan bu savaşta Ahlat’ın ve Ahlat’taki garnizonun önemi çok büyüktür. 

Savaş bölge coğrafi olarak da incelendiğinde, Ahlat’tan yola çıkan Selçuklu kuvvetleri ile onları Malazgirt Ovası’nda bekleyen Doğu Roma ordusu arasındaki ilk savaşların Ahlat – Malazgirt arasındaki engebeli alanlarda yapılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Sonuçta savaşı kazanan Alparslan savaşta yararlık gösteren Ahlatlıların büyük ganimet elde etmesini sağladı.

Ardından Ahlat, Selçuklular’a bağlı Diyarbakır emirlerine bağlandı. Bu emirler tarafından kendilerine zulüm yapılması üzerine Alp Arslan’ın amcazadesi, Merent emiri İsmail’den yardım istediler. İsmail adaleti ve iktidarı ile meşhur vezirlerinden Sokman’ı Ahlat’a emir atadı. Bu şekilde Sokman – Sökmen- Sekmen- tarafından 1100 yılından itibaren Ahlat’ta Selçuklular’a bağlı Ahlat Şahlar( Sökmen Şahlar yada Ermen Şahlar da denir.) kuruldu.

1100 – 1207 yılları arasında devam eden Ahlat Şahlar süresince Ahlat’a hakim olanların listesi
  • Sokman El Kutbi 1100 - 1112
  • Zahireddin İbrahim 1112 - 1127
  • Ahmed 1127 - 1128
  • Nureddin 2.Sokman 1128 - 1183
  • Seyfeddin Bek Timur 1183 - 1193
  • Bedreddin Ak Sungur Hezar Dinari 1193 - 1198
  • Şucaeddin Kutluğ 1198 - 1198
  • Melik’ül Mansur Mehmed 1198 - 1206
  • İzzeddin Balaban 1206 - 1207
Malazgirt zaferi ve kısa süre sonra kurulan Ahlat Şahlar dönemi Ahlat’ın “altın çağ”ını yaşatır. Bu dönemde Ahlat batıda Diyarbakır’a, Doğu’da Erzurum’a kadar uzanan geniş bir alana hükmeder. Şehir Türk Kültürünün nadide eserleri ile bezenir. Bu gün Bulanık İlçesi’ne bağlı Abri köyü Ahlat’ın ilim yuvasıdır. 

Abri ve Ahlat içindeki ilim yuvalarında yetişen bilim adamları Ahlat adını bütün dünyaya tanıtırlar. Ahlat, Belh ve Buhara(bazı kaynaklarda Merv)ile birlikte Kubbet’ül İslam (İslamın Kubbesi) olarak anılır.O zaman nüfus 300.000 civarındaydı.
Orta Çağın büyük şehirleri olan Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul ne idiyse Ahlat’ta oydu. 

Çünkü bu şehirlerin müstakil tarihleri yazıldığı gibi Ahlat’ın da tarihi vardır. İbni Ebilmutahhari Ensari’ tarafından yazılıp, Ebilfeda tarafından kaynak alınan “Ahlat Tarihi” kitabı ne yazık ki şu anda nerede olduğu bilinmemektedir. Ahlat Şahlar’dan sonra şehir Eyyubiler’in eline geçer. Bu sırada Doğu’dan Batı’ya doğru bir büyük akın başlar. 

Moğollar önlerine çıkan bütün kuvvetleri dağıtarak Anadolu’ya doğru ilerlemektedirler. Onların önünden kaçan Harzem Şah Celaleddin Mengübirti Ahlat önüne gelerek şehri kuşatır.

Selçukluların büyük hükümdarı Alaaddin Keykubat Celaleddin’e; kıymetli veziri Kemalettin Kamıyar’ı elçi göndererek Ahlat muhasarasını kaldırmasını ister. 


Celaleddin’e “ Alim ve zahit diyarı, Türk kültürünün bu güzel şehrini işgal ve tahrip etmesinin kendisine bir şey kazandırmayacağını, kuvvetlerini Moğollara karşı birleştirerek onları Asya’nın doğusuna doğru sürmenin ikisi içinde daha iyi olacağını, Ahlat kuşatmasını kaldırması halinde Selçuklu ordusunun kendisine her türlü yardımı yapacağını “söyler. 

Ancak Kars ve Ani’yi Gürcülerden kurtardığı için İslam dünyasında büyük şöhret sahibi olan Celaleddin Harzem Şah, ileri görüşlülükten uzak bir tavırla bu öneriyi reddederek Ahlat’ı ele geçirir. Şehir üç gün yağmalanarak tahrip edilir. 

Bunun üzerine Selçuklu ordusu Harzem Şahlar’ın üzerine yürüyerek onları Yassı-Çimen’de mağlup eder(1230) İki Türk ordusunun bu çarpışması Anadolu’yu yağmalamaya gelen Moğollar’ın işini kolaylaştırır. Celaleddin Harzem Şah’ın, Ahlat ve Erzurum’a karşı giriştiği bu hareketler O’nun İslam dünyasında kazandığı ünü kaybetmesine neden olmuştur.

Ahlat, Harzem Şah işgali ve ardından Moğol Hükümdarı Hülagü’nün komutanlarından Sukal Buğa’nın 1258 tarihindeki işgal ve yağması ile bir daha tarihteki o eski güzel günlerine dönemez. Küçük bir Anadolu Türk kasabası olarak kalır. Karakoyunlu hakimiyeti Timur orduları tarafından bitirilir. 

Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Maksut, O’nun oğlu Rüstem ve Rüstem’in oğlu Emir Bayındır dönemlerinde Ahlat tekrar canlanmış ve Türk tarihinin nadide eserleri olan kümbetlerle bezenmiştir. Çaldıran Seferine giden Yavuz Sultan Selim’den Tercan yakınlarında kendisine ulaşan Ahlatlılar “Ecdat mezarlarının bulunduğu” Ahlat’ta bir kale yaptırmasını istemişlerdir. Yavuz Sultan Selim bu isteği olumlu bularak Ahlat’a bir kale yapılması emrini vermiştir. 

Zaman zaman İran yönetimlerinin de eline geçen Ahlat Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn seferi esnasında (1533 yılında) tekrar Osmanlılar’a bağlanmıştır. Kanuni’de Ahlat Kalesi’nin güçlendirilmesini ve bir iç kale yapılması emrini vermiştir. 1635 yılnda Revan Seferi’ne çıkan Sultan 4. Murat Ahlat’a uğramış Karmuç(Yeniköprü)da konaklayarak Ahlat’taki ecdat mezarlarını ziyaret etmiştir. 

1639 yılında İran’la yapılan Kasr-ı Şirin antlaşması’ndan sonra artık doğu sınırları çok uzun zaman değişmemiş ve Ahlat tarihteki ihtişamından uzak olmasına karşın daima Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. 1914 yılında uğradığı Rus işgalinden 21 Şubat 1916 yılında kurtulmuştur.

Cumhuriyet Devri İdari Taksimi esnasında 1929 yılında Van Vilayeti’ne bağlanmış, 1936 yılından itibaren Bitlis Vilayeti’ne bağlı bir ilçe merkezi olmuştur.

Anadolu’ya Türk akınlarının önemli üs merkezi olan ve Anadolu’nun Ebedi Türk Yurdu oluşunda çok önemli bir görev üstlenen Ahlat, sinesinde barındırdığı tarihi eserleri ile tanınmayı beklemektedir.

I. İLÇENİN TARİHİ
A-TÜRK FETHİ ÖNCESİ AHLAT


1-Ahlat Adının Menşei

Ahlat’ın adının menşei hakkında halk arasında hala süregelen bir efsane vardır . Bu efsane şöyledir; “ Van Gölü’nün bu müstesna kıyısında hüküm süren Urartu Kıralı “Lat” Med’lerin saldırısına dayanamayınca şehir düşe ve hükümdar da ağır yaralar alır. 


Babasının başını dizine koyan hükümdarın kızı “Ah!” çekerek ince ince göz yaşları dökmektedir. Kızın “Ah! Lat , Ah! Lat” diye yükselen feryadı, Med’lerin şehre girmesine kadar devam eder . Urartu Kıralı hayata gözlerini yummuş ancak bilmeyerek çok sevdiği bu şehre ismini vermiştir.”
 

Şüphesiz bir efsane ama doğrusu hoş yakıştırılmış. Bunun yanı sıra ilçenin ismi islami literatürde “Hilat” olarak geçer .

2-Ahlat’ta Çeşitli Hakimiyetler
Türkiye’de belki de tarihi eserleri açsından eşi benzeri olmayan bir belde konumundaki Ahlat’ın varlığı MÖ. 1500 yılına kadar uzanmaktadır.Asurlular’ın bir uç beyliği olan şehir daha sonra Urartular’a geçiyor. İsmini de bu dönemde alıyor. Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya “Halads” , Ermeniler “Şaleat” , Süryaniler “Kelath” , Araplar “Hil’at” , İranlılar ve Türkler ise “Ahlat” demişlerdir.
 

Ahlat’ta paleolotik döneme Tunç Devri’ne tarihlendirilen münferit eserler mevcuttur. Bu dönem esaslı olarak ilmi şekilde araştırılmamıştır . Şehir MÖ.9.yy.’da Asur hakimiyetine son veren Urartuların egemenliğine girmiş ve Urartuların şehirdeki bu hakimiyetleri MÖ.6.yy.’a kadar devam etmiştir. Bu dönem hakkında pek bilgi yoktur.

MÖ.600 yıllarında Medlilerin ve Perslilerin egemenliğine giren şehir daha sonra Anadolu’daki Pers hakimiyetine son veren İskender’in yani Greklilerin hakimiyetine geçmiş , bundan sonra Port hakimiyetine girmiştir.


Bu dönemde ayrıca Roma’nın ve Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra da Bizans’ın egemenliğine giren şehir miladi 641 yılında burayı islam ordularının fethetmesine kadar Bizans egemenliğinde kaldı.

3-İslam Dönemi
Şehir Hz. Ömer döneminde Cezire fatihi Iyaz bin Ganem tarafından fethedilerek İslam Devletinin egemenliğine girmiştir (641). Ahlat Beyi yapılan antlaşma gereği vergi vermeyi kabul etmiş ve bu antlaşma Hz. Osman döneminde Doğu Anadolu’da harekatta bulunan Habib b. Mesleme tarafından tasdik edilmiştir. 


Hz. Osman’ın öldürülmesi, Hz. Ali döneminin de karışık geçmesi ve nihayet Hz. Muaviye’nin ölümüyle başlayan iç karışıklıklar sırasında Ahlat halkı da isyan etmiş ancak Emeviler’in Cezire valisi Muhammed b. Mervan tarafından şiddetle cezalandırılmışlardır. Böylece bölge Cezire valiliğine bağlanmıştır. 

Azerbaycan valisi Cerrah b. Abdullah’ın Erdebil’de Hazarlara yenilip şehit düşmesi üzerine halife , Hişam b. Abdülmelik Said el Haraşi’yi Hazarlarla mücadeleye memur etti (730-31). Ahlat’a gelen Haraşi şehir kapıları kendine açılmayınca şehri şiddetli bir muhasaradan sonra almıştır.

Abbasiler döneminde Ahlat’ta ki mahalli hanedanlar ibka edildikleri gibi idari yapıda aynen korundu. Bu sıralarda Haricilerin Musul ve Diyarbekir civarında faaliyetlerini yaygınlaştırdıklarını görüyoruz. Ahlat’ta zaman zaman onların saldırılarına ma’ruz kalıyordu. 


Mahalli idarecilerin 851’de Van Gölü ve çevresinde çıkan olayları bastırmaktan aciz kalmaları yüzünden Samerra’dan gönderilen Büyük Boğa asilerin reisi Musa b. Zürare’yi yakalayıp bu bölgede dirlik ve düzenliği yeniden kurdu. Abbasi hakimiyetinin zayıflaması üzerine Bizanslılar 928’de şehri almışlardır. Bundan sonra Ahlat’ta X. yy. sonunda bir Kürt sülalesi olan Mervanoğulları hüküm sürmüşlerdir.

B- TÜRK FETHİNDEN SONRA AHLAT 


1-Selçuklular dönemi

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Ahlat dışındaki Van , Erciş, Malazgirt, Bargiri gibi bölgedeki şehirlerin hepsi Bizanslıların hakimiyetinde idi. Ahlat ise Hz. Ömer döneminden beri zaman zaman el değiştirse de müslümanların hakimiyetinde idi. Bu bölgeye karşı Türk akınlarının VIII. yy.’da başladığı bilinmektedir. Bu dönemde buraya hakim olan güç Bizans idi ve bu bölgelere keşif hareketleri düzenleniyordu. Bizans ile askeri mücadele bölgesi uçlar itibariyle Suriye, El-Cezire e Doğu Anadolu ucu idi. Doğu Anadolu ucunda Ahlat ve Erzurum iki önemli şehirdir.
 

1071 tarihinden evvel büyük bir ihtimalle 1040 tarihinden itibaren Ahlat , Anadolu’ya gelen Türkmenlerin uğrak yeri olmuştur. 1018’de Çağrı Beyin yurt edinmek amacıyla Van Gölü kıyılarına bir keşif harekatı yaptığını, burada Bizans komutanı Senekherim’i mağlup ettiğini ve daha sonra Maveraünnehr’e dönerek buraların fethedilebileceğine dair kardeşi Tuğrul Beye bilgiler verdiğini tarihi kayıtlar kaydetmektedir.
 

Türkmen Beyleri bu akınlara devam ettiler. Hatta 1040 Dandanakan Zaferinden sonra zaptı zaruri yerlerin başında Anadolu geliyordu. Bu maksada yönelik olarak 1040’dan sonra kurulan Büyük Selçuklu Devletine tabi olan Türkmen Boyları bunlara sağlanacak yer sıkıntısı zuhur edince bu boylar Andolu üzerinde yağma hareketlerinde bulunmaları için yönlendirildiler. Böylece buraya giden Türkmen zümreleri burayı yurt edinmek maksadını taşıdıkları için bir kısmı buralarda yerleşmiş bu da Anadolu’nun fethini kolaylaştıran en önemli amil olmuştur.
 

İbrahim Yınal 1048 Hasankale Zaferiyle Bizanslıları ağır bir yenilgiye uğrattı. Tuğrul Bey 1054 yılında Ahlat üzerinden gelerek Malazgirt’i kuşattı ancak alamadı.Sultan Alparslan devrinde Ahlat Selçuklu Devletinin Anadoluya düzenlediği seferlerde bir üs vazifesi görüyordu. 1066 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kumandanlarından olan Gümüştekin, Afşin ve Ahmetşah Anadolu içlerine başarılı akınlar yaparak o dönemde bir Türk garnizonu haline gelmiş olan Ahlat’a döndüler.
 

Sultan Alparslan Malazgirt’e Ahlat’an giderek burayı fethetmiştir. İbn’ül Ezrak Malazgirt Zaferine katılan Ahlatlıların zengin ganimetlerle döndüğünü ve bu tarihten sonra şehrin Sultan Alparslan tarafından tayin edilen valilerce yönetildiğini kaydetmektedir.

a-Ahlatşahlar Dönemi (1100-1208)
Artukoğulları , Danişmendoğulları, Mengücekoğulları ve Saltukoğulları gibi Ahlatşahlar da Anadolu’da kurulmuş ilk Türk-İslam beyliğidir. Kurucusu Melikşah'ın amcası Yakuti’nin oğlu Kutbeddin’in Türk ırkından bir kölesi olan ve bu nedenle kendisine “Sökmen-el Kutbi” denilen Sökmendir. 


Kurucusundan dolayı bu beyliğe Sökmenliler dendiği gibi kurulduğu coğrafi yer itibariyle Ermanşahlar veya Ahlatşahlar da denilmektedir. Ahlatşahlar, Ahlat merkez olmak üzere Erciş, Adilcevaz, Silvan,Malazgirt, Muş, Van, Muradiye, Gevaş, Eleşgirt, Tatvan, Hani, Erzen ve Tebriz şehirlerine hükmediyorlardı.
 

Türk egemenliğinde en parlak dönemini bu dönemde yaşayan Ahlat kaynaklarda mamurluğu ve zenginliği dolayısıyla ancak Mısır ile mukayese edilebilmekte idi. Yine bu dönemde Ahlat yetiştirdiği ilim, din, kültür ve sanat adamları, mutasavvıf ve zahitleri ile de çok müstesna bir yere sahipti. Bu özelliğinden dolayı şehir Buhara ve Belh ile mukayese edilerek islam dünyasında Kubbe’t-ül İslam adını alan üçüncü belde olmuştur. 

1046 yılında Mısır’a seyahat eden meşhur seyyah Nasır-ı Hüsrev ,yolu üzerinde bulunan Ahlat’a uğramış ve burada Arapça, Farsça ve Ermenice konuşulduğunu eserinde kaydetmiştir. Ancak bu durum Ahlatşahlar döneminde değişmiş ve buradaki halkın konuştuğu diller Türçe ve Farsça olmuştur. Bunlar arasında Kürtçe’nin zikredilmeyişi önemlidir.

Ahlat XIII. yy.’da tüccarları zengin , çarşıları geniş ve dolu, sanat ve hünerleri çeşitli, hayrat ve meyveleri bol olarak tasvir edilmiş, bahçeler içindeki şehir Şam büyüklüğünde gösterilmiştir. XIII. yy.’da meydana gelen bir depremde buranın yerle bir olduğu ve buradan 120 bin hanenin Kahire’ye göçtüğü hadisesine bakılacak olursa buranın Şam büyüklüğünde gösterilmesi pek yadırganmamalıdır.
 

Esnaf ve sanatkarların çokluğundan şehirde içtimai ve siyasi hayatta da tesirini kuvvetle hissettiren bir ahi teşkilatı meydana gelmişti. Bunun yanı sıra Hamdullah Kazvini bağ ve bahçeleri bol ve meyvacılığı iyi olan Ahlat’ın İlhanlılara her yıl 51.500 dinar vergi verdiğini kaydetmektedir. 

Bu dönemde Erzurum’un 22 bin, Bayburt’un 21 bin dinar vergi ödediği hesaba katılırsa Ahlat’ın ne kadar ma’mur ve zengin bir şehir olduğu daha iyi anlaşılır. Tabi ki bunun en önemli sebebi Ahlat’ın ticari ve kültürel zenginliğidir. Buna paralel olarak Ahlat’ta “Fityan” adı verilen teşkilatlı esnaf ve sanatkar birlikleri kurulmuştur. Bu Anadolu’da bir ilktir.
 

Ahlat’ın Ahlatşahlar döneminde ulaştığı bu muazzam zenginlik başka devletlerin dikkatini çekmiş ve bu yüzden Ahlat birçok devlet arasında hakimiyet mücadelelerine sahne olmuştur. Bu dönemden sonra bu mücadelelerin ilki Eyyübiler ile Ahlatşahlar arasında olmuş ve bu mücadele Eyyubilerin galibiyeti ve Ahlatşahların’da tarihe karışmasıyla neticelenmiştir(1207-1208).
 

Bu tarihten sonra 1229 yılında Ahlat, Celaleddin Harzemşah tarafından kuşatıldı ve sekiz aylık bir kuşatmadan sonra şehir ele geçirildi ve yağmalandı. Bu felaket üç gün boyunca göraülmemiş bir şekilde devam etti. Bu kuşatma sırasında halkın büyük bir kısmı öldü, bir kısmı da şehri terk ederek sağa sola dağıldı. Sultan Celaleddin’in bu seferi onun islam dünyasındaki şan ve şöhretini alıp götürmüştür.
 

Celaleddin Harzemşah’ın bu güzide beldeye verdiği zararı Alaleddin Keykubat ile giriştiği 1230 tarihli Yassıçemen savaşında perişan olmakla ve nihayet kaçarken Meyyafarikin dağlarında öldürülmekle ödedi. Türkiye Selçuklu Devleti Sultanı Alaaddin Keykubat bu zaferden sonra devletin hudutlarını bir yandan Tiflis’e kadar genişletirken diğer yandan da Sökmen İlindeki Eyyubi hakimiyetine son vererek Ahlat, Bitlis, Van, Adilcevaz, Malazgirt gibi yerleri ele geçirdi. 

Sultan Alaaddin gerek Harzemşah gerekse Moğol istilalarıyla metruk bir şehir haline gelen Ahlat’ta imar ve iskanı yeniden düzenledi. Bu sayede Ahlat’ta emniyet ve refah başladı ticaret faaliyetleri tekrar canlandı. Ancak 1243 Moğol bozgunu bu canlanmaya engel oldu Moğol akın ve yağmaları, tahrip ve cinayetleri medeni sukutu tamamlayan etmen oldu. 

1243 yılında Hülagü tarafından ele geçirilen bu şehir 1335 yılına kadar İlhanlıların yönetiminde kalmıştır.Bütün bunlara rağmen Ahlat’ın Olcaytu döneminde bir eyalet merkezi olduğu görülüyor. Buda bize o dönemde de Ahlat’ın önemini muhafaza ettiğini göstermektedir. Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra (1335) Moğollar arasında başlayan mücadelelerden Ahlat bölgesi büyük ölçüde zarar görmüştür.

2-Karakoyunlular ve Akkoyunlular Dönemi
İlhanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra valiler ve emirler arasında el değiştiren Ahlat 1451-1462 yılları arasında Karakoyunluların yağma ve tahriplerine ma’ruz kalmıştır. 


1462 tarihinden itibaren Karakoyunlu Cihan Şah Mirza’nın yerini Akkoyunlu Uzun Hasan Bey aldı. Ancak onunda Ahlat üzerindeki hakimiyeti uzun sürmedi. 

1473 yılında Fatih Sultan Mehmed Han’ın Otlukbeli Muharebesi’nde Uzun Hasan’ı mağlup etmesiyle yöredeki Akkoyunlu hakimiyeti sona erdi.Ahlat ve civarının egemenliği Akkoyunlular’dan sonra Safevilerin eline geçmişse de bu konuda hemen hemen hiçbir bilgi yoktur.

3-Osmanlılar Dönemi
Yavuz Sultan Selim Han döneminde Şah İsmail ile yapılan Çaldıran savaşı sonucunda Ahlat Osmanlıların hakimiyetine girdi (1514). Bu tarihten sonra Ahlat için yeni bir dönem başladı. Yavuz burayı fethinden sonra göl kenarına bir kale yaptırmıştır. 


Bu kale Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Irak seferleri sırasında büyütülmüştür. Bu kalede Osmanlılardan kalma İskender Paşa Camii ve Hamamı ile Kadı Mahmut Camii bulunmaktadır. Ayrıca bu kalenin içinde bir mahalle bulunup Kale Mahallesi ismiyle anılmaktadır.
 

Şehrin kesin olarak Osmanlı hakimiyetine girmesi Kanuni’nin Irakeyn Seferi sonunda gerçekleşir. Bu sefer sonunda Ahlat, Adilcevaz ve Erciş Osmanlı idaresine girer. Ancak bir süre sonra Şah Tahmasb buraları tekrar ele geçirerek burada tahribata girişir (1548).v Yaklaşık kırk yıl süren Osmanlı-Safevi mücadelesi 1555’te imzalanan Amasya Antlaşması ile son bulmuştur. 

Fakat çeşitli sebeplerle Moğol istilasından itibaren ehemmiyetini kaybetmeye başlayan şehir Safeviler ve Osmanlılar zamanında Van Gölü havzasının en sönük şehri haline geldi. Van bir eyalet merkezi olurken Ahlat’ta Adilcevaz Sancağının bir kazası haline gelmişti. Şüphesiz bunda istilaların ve depremlerin payı oldukça büyüktür.
 

Önemli bir şehir olmak kolay değildir. Ahlat’ta önemli bir şehir olmasının sıkıntısını tarihi boyunca çekmiştir. Özellikle 1246 ve 1275-1276 tarihlerinde meydana gelen depremler sebebiyle Ahlat harabeye dönmüştür.
 

Nitekim Amasya antlaşmasından birkaç yıl sonra yapılan tahrirde Ahlat’ın acıklı durumu açıkça görülmektedir. Defterde verilen rakamlara göre şehrin nüfusunun askerler, diğer vazifeliler ve din adamları dışında 1600 civarında olduğu tahmin edilmektedir.
 

Ahlat Tanzimattan sonra Van eyaletinin Van sancağına, II. Abdülhamid devrinde ise Bitlis vilayetine bağlanmıştır (1892-93).
 

I. Dünya Savaşı dönemine ait bilgilerimiz ise çok kısıtlı. Bu dönemle ilgili bilgilerimizi yaşayan kişilerin hatıralarından öğrenmekteyiz. Mesela I. Cihan Harbinde Ahlat’ın 2000’den fazla şehit verdiği yine hatıralarda zikredilmektedir. 

Savaş sırasında ve sonrasında bir taraftan Rusların bir taraftan Ermenilerin hücumuna ve katliamına uğrayan yöre halkı binbir güçlükle bu zulümden kaçarak başka illere göç eder. Hatta Ahlat’tan çıkarak Urfa’ya göç eden 93 kişilik bir kafilenin binbir zorlukla Urfa’ya vardığında 13-14 kişiye düştüğü yine hatıralarda zikredilir .
 

1916 yılında I. Cihan Harbinin bütün hızıyla devam ettiği bir dönemde Ruslar geçtikleri yerleri talan ederek Ahlat’a varır. Akşam saatlerine doğru şehre yaklaşan Rus birlikleri kısa süre sonra asıl birliklerle birleşerek Ahlat’ın girişinde mevzilenirler. Akşamın alaca karanlığında karşıda görülen manzara müthiştir. Dev bir ordu kendini gizleme ihtiyacı bile duymadan Ruslar’ın tam önünde dimdik durmaktadır.
 

Rus komutanının emriyle yoğun bir yaylım ateşi başlar. Fakat beyhude karşı tarafta hiçbir hareket yoktur. Ne kaçarlar ne de gizlenirler. Onca kurşuna rağmen yerlerinden bile kıpırdamazlar. Ateş emri tekrarlanır ancak karşıdaki manzara değişmez. Rus Ordusu karanlığın koyulaşmasıyla ateşi keser ve sabahı beklemeye başlar.

Günün ilk ışıklarıyla gördükleri manzara karşısında adeta şok geçirirler. Koca Rus Ordusunu durduranlar her biri insan boyundan uzun mezar taşlarıdır.
 

Bu bir hikaye değil I. Cihan harbinde Ahlat’ta meydana gelmiş ve hala anlatılan yaşanmış bir gerçektir. Şahitleri ise her biri birer sanat şaheseri olan mezar taşlarındaki kurşun izleridir. 

Düştükleri bu gülünç durum, Rusların duygularını mezar taşlarına karşı kine dönüştürür ve o güzelim abideleri açtıkları yolların menfezlerinde kullanırlar. Bu mezarlarda çok büyük tahribatlar yaparlar ancak işgal fazla sürmez yaklaşık bir yıl sonra mezarlıklarına bile yenildikleri bu toprakları terk edip giderler.

4- Cumhuriyet Dönemi
Bu dönemle ilgilide kaynak bilgi ve belgelere ulaşamadık . Yine hatıralar ışığında hareket ederek dönemle ilgili bilgi vermeye çalışacağız. Devlete ve millete karşı bağlılığını tarihinin her devresinde koruyan Ahlat, I. Cihan Harbinde bu hususiyetinden dolayı gerek Ermeniler ve gerekse Ruslar tarafından eziyetlere, katliamlara ve işkencelere tabi tutulmuşlardır. 


Milli mücadelede yararlılık gösteren şehirlerin yine içindedir Ahlat. Hatta Ahlat ve Ahlatlı’nın bu tavrından dolayı Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından buraya iki kez telgraf yollanmış ve Ahlatlı tebrik edilmiştir. Ancak bu telgrafların nüshaları şu anda mevcut değildir.

a-İzzet Bey İsyanı;
Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 yılında Ahlat tekrar ilçe olmuştur. Bu dönemin en kayda değer hadisesi İzzet Bey isyanıdır. Bir kürt beyi olan İzzet Bey bu bölgedeki karışıklıkları fırsat bilmiş ve Muştan gelerek Ahlat’ı almayı tasarlamıştır. 


Bu maksatla gelen İzzet Bey’in dört adamı kaymakam konağına girerek kaymakamı koltuğundan kaldırır ve yerine otururlar, ardından da kaymakama hakaretler ederler. Bunu duyan 7’den 70’e tüm Ahlatlı kaymakam konağının avlusuna toplanır. 

Bu esnada halkın büyük sevgisini kazanmış bir çavuş olan Hamza Çavuş içeri girer ve bunları kovar. Ve onlara “Ahlatlı bu Ahlat’ı size vermez , vermeyecektir!” , der. Ve nihayetinde gerçekleşen isyanda Ahlat halkının devlete olan bağlılığı sayesinde kısa sürede bastırılır. Böylece , Ahlat büyük bir badireyi daha ucuz atlatmış olur.
 

Bu anlattığımız hadise Ahlat’ın tanınmış simalarından Deveci Hüseyin lakaplı Hüseyin Deveci’nin sözlü hatıralarından derlenmiştir.

C-AHLAT’TA TÜRK MEDENİYETİ
1-Ahlatlı Sanatkarlar

 

Tarihin eski devirlerinden beri daima çeşitli devletlerin gözdesi olan Ahlat , bulunduğu stratejik konumu itibariyle de birçok devletin iştahını kabartan bir belde olmuştur. Bu yüzden birçok devlet arasında el değiştirmiş , uğrunda devletler yıkılıp devletler kurulmuştur. Ahlat en parlak devrini Türk hakimiyetine girdikten sonra, Türk hakimiyetinde en parlak dönemini de Ahlatşahlar devrinde yaşamıştır ( 1100-1207).
 

Ticaret ve ilimin zirvede olduğu bu dönemde Ahlat’ta birçok ilim adamı ve sanatkar yetişmiştir. Bu yönüyle Ahlat , islam dünyasında Belh ve Buhara gibi büyük islam beldelerinden sonra “Kubbet’ül-İslam” lakabıyla anılan üçüncü büyük belde ünvanını da almıştır. Burada yetişen sanatkarlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, çeşitli yapılara da imzalarını atmışlardır. Bugün Anadolu’nun doğu ucunda Ahlat , Erzurum, Erzincan, Harput, Hısn-ı Keyfa, Mardin, Diyarbakır ve Malatya’daki tarihi eserler bu toprakların hakiki sahiplerini tüm dünyaya ispat edebilecek kudrettedir.
 

Tarihimizde kılıçla kalemi en iyi kullanan bir Türk şehri olan Ahlat , aynı zamanda “Anadolu’nun kapısı Türkiye’nin tapusu” olarak da zikredilmektedir Ahlat mezar taşlarındaki kitabelerde isimleri geçen sanatkarların Abdurrahim Şerif Beygu ve Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı hocalarımız yaptıkları araştırmalar neticesinde tespit etmişlerdir. Bu bilim adamlarımızın tespit ettikleri sanatkar isimlerini buraya aynen alıyoruz.
a-El-hacc Mekki b. El- Hilati
Konya Alaaddin Camii’nin minberini yapmış olan büyük bir sanatkardır. Bu Ahlatlı sanatkarların ağaç işçiliğinde de ileri olduklarını göstermektedir.

b-Hürşah El-Hilati
Sivas-Divriği Ulu Camii ve Darüşşifa’sını yapan sanatkardır.

c-Ebu-Nema b. Mufaddalu’l Ahval El-Hilati
Tercan’daki Mama Hatun Türbesi’nin mimarıdır.
d-Esed b. Haven El-Hilati
Gevaş Halime Hatun Kümbeti bu sanatkarın eseridir.

e-Kasım b. Üstad Ali
Ahlat mezartaşları üzerinde imzası bulunan bir sanatkardırlar. Aynı zamanda Ahlat’ın en güzel kümbetlerinden biri olan Erzen Hatun Kümbeti’nin de mimarıdır.

f-Osman b. Hasan
Adı bilinen ilk sanatkar olan Osman b. Hasan, aynı zamanda XIII. ve XIV. asır Ahlat ve çevresi ekolünün klasik addedilebilecek şahide kompozisyonunu ana hatlarıyla tespit eden ilk sanatkardır.

g-İbrahim b. Kasım
Sanatkarın baba isminin “El-Kasım” olarak kaydedildiği iki eser tanımaktayız. İkisi de Meydanlık Kabristanı’nın doğu kısmındadır. Bu sanatkarın, 1217-1222 tarihli silindirik sandukalı iki lahid yapmış olan “İbrahim” isimli taş ustası ile aynı şahıs olması kuvvetle muhtemeldir.

h-Hasan b. Yusuf
Klasik şahide kompozisyonunun öncülerindendir. Motifleri kaba ve iridir. Küçük ölçülerde eserler vermiştir.

I-Muhammed Davud
Henüz tek bir eseri ortaya çıkarılan bu sanatkar XII. asrın ilk çeyreğinde çalışmıştır.

i-Ahmed El Müzeyyin
Bu sanatkarın eserlerine Ahlat Meydanlık Kabristanında ve Reşadiye’de Çerkgilan Mezarlığında rastlamaktayız. Bu sanatkar yeni bir lahid formu , yeni kompozisyon ve motifler getirerek bir hamle yapmıştır.

j-Üveys b. Ahmed
Ahmed El-Müzeyyin’in oğludur. Eserleri Meydanlık Kabristanının Kuzey-Doğu kısımlarıyla “Kadılar Mezarlığı” denilen kısmında bulunmaktadır. Bu sanatkar da babası gibi yeni bir takım şekil, motif ve kompozisyonları denemiştir. Muhammed ve Asil isimli iki oğlu devrin en önemli ustalarındandır.

k-Esed b. Eyyub
Ahlatlı sanatkarlar içinde en orijinal ve en büyük olanlarından biridir. Üveys b. Ahmed’in talebesi olan bu büyük sanatkarın eserlerine Meydanlık Kabristanı ve Taht-ı Süleyman Mahallesi’ndeki mezarlıkta rastlamaktayız.

l-Cuma b. Muhammed
Meydanlık Kabristanında halen üç eseri bulunan sanatkar XIII. asrın son çeyreğinde çalışmıştır.

m-Asil b. Üveys
Üveys b.Ahmed’in oğlu, Esed b. Eyyub’un da talebesi olan bu büyük sanatkar XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında eserler vermiştir. Eserleri Meydanlık Kabristanı ve Taht-ı Süleyman Mahallesi mezarlığında çok sayıda bulunmaktadır.

n-Muhammed b. Üveys
Üveys b. Ahmed’in oğlu olup eserlerine sadece Meydanlık Kabristanında rastlanmaktadır.

o-Havend b. Bergi
Eserleri Meydanlık Kabristanı ve Taht-ı Süleyman Mahallesi mezarlığında bulunan sanatkar Esed b. Eyyub’un talebesidir.

ö-Esed b. Havend
Devrinin en büyük taş ustalarından biri olan sanatkar, Havend b. Bergi’nin oğludur. Eserlerine Meydanlık Kabristanı ve Taht-ı Süleyman Mahallesi mezarlığında rastlamaktayız.

p-Hacı Yusuf b. Miran
Daha ziyade orta tabakanın mezarlarını yapan sanatkarın eserlerine Meydanlık ve Taht-ı Süleyman Mahallesi mezarlığında ve Gevaş’ta Halime Hatun Kümbeti civarında bulunan kabristanda rastlamaktayız.

r-Hacı Miran b. Yusuf
Sanatkarın Meydanlık Kabristanı ve Taht-ı Süleyman Mahallesi mezarlığındaki eserlerinden başka Norşin (Güroymak)’de de iki eseri bulunmaktadır. Babası Yusuf b. Miran , amcası büyük üstadlardan Mirçe b. Miran olan sanatkarın Muhammed b. Miran ismindeki sanatkar da oğludur.

s-Hacı Mirçe b. Miran
Eserleri, Meydanlık Kabristanının daha ziyade “Kadılar Mezarlığı” denilen kısmı ile batı ucunda toplanmıştır. Ağabeyi Yusuf b. Miran olan sanatkar devrin en tanınmış kişilerinin mezarlarını işleyen sayıları sınırlı büyük üstadlardan biridir.

ş-Muhammed b. Miran
Meydanlık Kabristanında iki eseri bulunan bu sanatkar eserlerini XIV. asrın son çeyreğinde vermiştir.

t-Ahmed
Meydanlık Kabristanında tek eseri bulunan bu sanatkar “Erzen Hatun Kümbeti”nin mimarı Kasım b. Üstad Ali’nin talebesidir.

u-Buus b. Şemsik ed-Darbabi El-Hilati
Meydanlık Kabristanının kuzeyinde iki eseri bulunan bu sanatkar eserlerinde itinalı işçiliği ve teferruattan kaçınması ile dikkat çeker.

ü-Kasım b. Muhammed
Bir Akkoyunlu sanatkarı olduğu tahmin edilen bu sanatkarın eserlerine Meydanlık Kabristanında Kadılar Kabristanı mevkiinde rastlamaktayız. Bütün bunların dışında Kayseri-Nevşehir yolu üzerindeki “Alay Hanı”’nı yapan sanatkar da yine Ahlatlı bir sanatkardır.


2-Ahlatlı Bilim Adamları

a-Muhezibiddin b. Hübel

Ahlat Şahı İbrahim’in değer verdiği bu ilim adamı tıp ve edebiyatta meşhur idi. Aynı zamanda bu alim , Bağdat’ta devrin meşhur tabibi yahudi asıllı Ebul Berekat’ın talebesi idi.

b-Ebu Ali el-Ahlati
Felsefenin esasları ve şerhinde üstad sayılırdı. Onun “Adaletin hakemi insaftır.” sözü meşhurdur.

c-İbrahim b. Abdullah
Kimya biliminde ve lacivert boyası imalinde şöhret bulmuştur. Tıpta da mahir olan bu zat Memlük sarayında saygı görmüş, Halep Emiri’nin oğlunu tedavi ederek kendisine bolca para verilmiştir.
1322’de Halep’te öldüğü zaman kendisine büyük cenaze töreni tertip edilmiş ve eşyaları arasında çıkan kimya aletlerini kimse kullanamamıştır.

d-Muhammed b. İbad b. Davud-ul Hilati
Alim olan bu zat Kahire’de Medrese-i Seyfiye’de müderrislik yapmış , 1254’te ölmüştür.

e-Mehmed b. Ahmed
Vaiz ve hatib olan bu zat sohbetleriyle ünlü idi.

f-Şeyh Seyyid Hüseyin-i Ahlati
Şeyh Bedreddin’in hocasıdır. Şeyh Bedreddin hocasından aldığı dersler ile Timur’un ulemaya sorduğu sorulara cevap vermiş, Timur’da onu ulemanın büyüğü addetmiştir. Ahlatlı Hüseyin, devrinde Mısır ve diğer büyük şehirlerde ulemanın en ileri gelen ismidir.

g-Fahreddin Ahlati
XIII. asırda Meraga’da meşhur astronomi alimi Nasireddin Tusi ile birlikte çalışan Türk alimlerinden biridir.

h-Vahideddin Ebu Hamidül Hilati
1339’da doğmuştur. Kuran’ın kıraat ilmine vakıf olup bu konuda birçok alime ders vermiştir.
I-Ahmed b. Yusuf-ul Hilati
Muhibüddin lakablı bu zat İbni Kulhi ve Dimyati gibi alimlerden hadis rivayet etmiş meşhur ulemadandır. 1395’de vefat etmiştir.

i-Takuyiddin Osman b. Siyavuş
Yazı sanatı ve fıkıhta önemli bir üne sahip olup Kuran’ın kıraat ilminde yedi tul’a sahip idi. 1336’da ölmüştür.

J-Dede Maksut
XV. asır ulemasından olup, Evliya Çelebi “Menakıb-i Evliya” adında bir eseri olduğunu yazmaktadır.

k-Ali b. Ömer’ül Hilati
Ahlat’tan Mısır’a gitmiş, İbni Revah, Ebu’l Hüseyni b. Abik gibi asrın ulemasından ders okumuş ve Mısır uleması arasına girmiştir.

l-Ahlatlı Şair Herai
1780 tarihinde yaşadığı bırakmış olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır.Şairin hayatı hakkında pek bilgi yoktur.

m-İzzeddin Hubel
Tıp alanında ün salmıştır. Sultan Alaaddin Keykubat’ın tedavisi için Malatya’ya gelmiştir.

n-Hüseyin El-Ahlati
Kimyagerlikteki mahareti dolayısıyla “Laciverdi”lakabıyla tanınırdı. Kimya ve tıp ilimlerinde esrarlı bir kudrete sahip olduğuna inanılırdı. Hatta bu yüzden halk arasında veli olduğu kanaati vardı.


3-Ahlat’ta Halk Arasında Bilinen ve Kaynaklarda Rastladığımız Evliyalar 
 
Yukarıda saydığımız ilim adamları dışında Ahlat’ta, XIII. ve XIV. asırlarda yaşamış ve burada hala türbeleri bulunan evliyalarla ilgili bilgilere A. Ş. Beygu hocamızın “Ahlat Kitabeleri” isimli eserinde rastlamaktayız. Bu bilgileri hocamızın eserinden aynen aktarıyoruz.

-Uludere Köyünde; br> Börklü baba ve Abdullah-ül Ensari .
-Tunus Mahallesinde;
Sarı Baba, Kara Üryan Baba, Baba Mahmud, Hızır Baba, Kerami Baba.

-Ergezen Mahallesinde;
Baba Mecid, Koç Baba, Pehlivan Ali, Latif Baba, Mehmet Can Baba,Sultan Emir.

-Azat Kavak Mevkiinde;
Karakol Baba, Ak Mahmut, Çıplak Baba, Saçlı Baba.

-İki Kubbe Mahallesi Meydanlık Mezarlığında;
Şeyh Abdurrahman Molla Müstecab.

-Taht-ı Süleyman Mahallesinde;
Kudusi Baba, İpek Baba, Seyyid Hüseyin,Kul Hamza, Postlu Baba.

-Taht-ı Süleyman Mahallesi Aldeste Mevkiinde;
Sultan Seyyid ve Arkadaşları.

-Kırklar Mahallesinde ;
Eş-Şeyh Molla Ahmed Baba, İbrahim Baba Şeyh
Halk arasında hala mümtaz bir yere sahip olan bu zatlar hakkında efsanelere rastlayabilirsiniz. Bu zatlar hicretin VI. ve VII. asırları arasında yaşamış halk mürşidi “Türk Alperenleri” dir.